Saturday, November 28, 2009

Evrim ve Like a Rolling Stone

Amerikali yerlilerin cocuklarina isim koyma rituelleri ve seramonileri kulturlerinde onemli bir yer tutar. Cesitli kabilelerde farklilik gostermekle birlikte, isim genellikle kabilenin yaslilari tarafindan, cocugun herhangi bir ozelligine, gorulen bir ruyaya ya da olen aile uyesinin adina gore konulur. Kimi kabilelerde kabiledeki herhangi iki kisi ayni adi tasiyamaz. Ad ancak o kisi olunce baska birine verilebilir.

Derler ki Amerikali yerliler cocuklarini kendi adlariyla cagirmazlar, isim cok bilinirse, cocuk ruhlar dunyasina cagirilabilecegi icin takma adlar tercih edilir. Bizim oturan boga, cilgin at vs gibi bildigimiz adlar aslinda kisinin gercek ismi degil takma isimleridir. Kimi kabilelerde yapilan torenlerle cocugun herhangi bir ozelligine gore ad bulunur. Kimilerinde ise cocuk bir olaydan ya da bir hayvandan sonra adlandirilir. Amerikali yerliler kutsal ruhun kendilerine bir isaret gonderdiklerine inanirlar ad koyma surecinde.

Ben kendi adimi yaptigim herhangi bir kahramanliktan almis degilim, ancak dogdugum zaman, gundem, ve ailemin dusunceleri onemli rol oynamistir. Sonradan buyurken bunlarin benim uzerimdeki etkilerini de dusunursek, ben bir bakima gelistirdigim bir takim ozelliklerimde adimi haketmis, bir yandan da adimdan etkilenmisimdir. Adim cocukluktan ergenlige gecis surecinde pesimde bir golge gibi dolanmis, beni beslemis, dusundurtmus en cok da sorular sordurtmustur. Insanin adi Evrim olunca, degisim, evrilme, gelisim, geliserek degisme eylemleri yasaminin ortasina konuveriyor. Evrim??? Ne tuhaf sey...

Bob Dylan, Like a Rolling Stones sarkisini elektrik ve rock nagmeleriyle senlendirirken, kimisi devrim yapmis dese de bence evrimin hasini gecirmistir. Donemin folkcularini sinirlendiren, kendisinden nefret ettiren bu olay karsisinda Bob Dylan en cool haliyle onca protestoya ragmen cikar, yuhlamalar esliginda calar elektro gitarini, mizikasini Newport folk festivalinde, 1965 yilinda. Dylan rock and rolla giris yapmistir, ciktigi turlarda, ozellikle ingilteredeki konserlerde yiyecegi kufurleri goze ala ala, sahneye atilanlarin hedefi olacagini bile bile. Ve soyler Bob Dylan, like a rolling stone....Rock tarihinin en anlamli ve onemli sarkisini. "Nasilmis? Gidecek bir yerin olmamasi...bir avare gibi...."Dylan doneklik mi etmistir, evrilmis midir? yoruma acik...Ama en onemlisi arkasina bakmadan, kendi bildigi yoldan gitmistir...Sonrasindaki o harika eserleriyle ruhumuzu besleyerek. Ne guzeldir ruzgara karsi yurumek...Ne guzeldir evrilmek....

Monday, November 09, 2009

Sitting, waiting, wishing

Bilinmeyen bir zamanin haftasonunda baliga ciktiginda, omru hayati boyunca kendisini sabirli olmayi ogretecek hicbirsey olmadigini kavradi bir an. Hep sabirsizdi, hep aceleciydi. Bunu kavrayabilmesi icin 4 saat bir oltaya bakip, o anda oralardan sakin sakin gecen bir baligin oltanin ucunda kivranan kurdu istahla agzina ativermesini beklemesi gerekecekti. Sonra bir balik geldi, uzun bir bekleyisin ardindan, oltanin ucundaki kurtla oynasmaya basladi, basina geleceklerden habersiz. Olta sallandi, sallandi, hizla birden sudan cekiverdi, baligi yakalamis olmanin verdigi ozguvenle. Balik cirpinirken oltanin ucunda, yuregi sikisti...Yanindaki bay, oltanin ucunu sakin sakin cikardi baligin agzindan, bir opucuk kondurdu dudaklarina, sonra saliverdi gole yeniden. tum bu toreni izlemenin saskinligiyla bir an nefesi kesildi. sonra gunesin batisini kutlayan baliklarin oltasina bir bir takilmasini heyecanla izledi.

Jack Johnson da boyle beklemis iste asik oldugu dilberi...gelmemis, gelmemis, ehhh demis sonunda, her zaman seni bekleyemem boyle, her zaman senin aptal asigin olamam. Iyi ki sen degilim ben, oyle olsaydi bu kadar zalim olmazdim, cunku aski beklemek hic de kolay bir is degil.

Keske biz de bekledigimiz asigi yakaladigimizda, oltayi cikarip agzindan bir opucuk verip dudaklarina saliversek sulara...belki de kendisini su dolu kovamiza koyup daha sonra

1. ihtimal: evde balik izgara yapip afiyetle yemek
2. ihtimal: akvaryuma koyup seyretmek

daha kolay geliyordur. Kim bilir???

Buyrun efendim...Jack Johnson, Sitting, Waiting, Wishing....


Wednesday, November 04, 2009

Don't Panic

Panik yapma, taslar gibi gomulen kemiklerden ibaret, ugruna savastigimiz hersey. Buyudugumuz bu yerler, evler. Evet, guzel bir dunyada yasiyoruz, evet yasiyoruz, evet oyle. Guzel bir dunyada yasiyoruz. Tek bildigim, kacacak hicbirsey olmadigi...cunku evet burada herkesin dayanacagi biri var.

Derken Coldplay "don't Panic" adli manidar sarkida, son birkac haftadir uzerime coken hastalik atesini animsadim yeniden. Panik yapmayalim...hersey, her zaman bir bicimde yoluna giriyor. Giriyor mu? Yoksa yine kendimizi mi aldatiyoruz? Yoluna giren aslinda, bizim bu hayatin curcunasinda kaybolup, kendimizi unutup, onemli islerin pesinde kosma telasimiz mi aslinda? Panik yapmayalim...Zaman bir bicimde geciyor, arada kendisinin ne kadar da degerli oldugunu animsatarak.

Monday, October 19, 2009

Anadolu'nun Kayıp Şarkıları

Derler ki Anadolu yunancada dogu anlamina gelen "anatole" sozcugunden turemis. Insanlarin yerlesip tarim ve hayvancilikla ugrastigi ilk yerlerden biriymis Neolitik zamanlarda. Catalhoyuk, Cayonu, Hacilar bilinen en eski tarim kasabalarindanmis. Akadyalar gitmis, Hititliler gelmis, onlar gitmis Achaemenid'ler gelmis. Zaman su gibi akip gecmis, Frigyalilar. Lidyalilar, Ermeniler, Farsiler, Ionlular, Asurlular, Frigyalilar, Karyalilar, Finikeliler, Museviler gelmis gecmis, Roma imparatorlugu hukum surmus. Sonra Bizanslilar varmis, Selcuklular, Osmanlilar. Cerkezler, Turkler, Kurtler ve Suryaniler ve daha daha da bircoklari...Anadoluda sevinmis insanlar, uzulmus, yas tutmus, kutlamis, konusmus, aglasmis, dansetmis. Muzik farkli ritm ve seslerle Anadolu insanina yuzyillarca eslik etmis. Muzik saklanmis, kesfedilmis, soyu tukenmis, yeniden dogmus, evrilmis...

Calismalarina 2002 yilinda baslanan "Anadolunun Kayip Sarkilari" belgeseli icin Anadolu karis karis gezilmis, 350 saatten fazla cekim yapilmis, toplam 40,000 km yol kat edilmis. 121 ayri mekanda yapilan cekimlerin montaji 4 yil surmus, muziklerin duzenlemesi ise 3 yil. Iste bu zahmetli cabanin sonucu bu harika belgesel ortaya cikmis.

Ilgilenenler belgeselin websitesine buradan ulasilabilir.

Tuesday, October 13, 2009

Monday, October 12, 2009

Evelyn Glennie ve duymak uzerine

Eger sadece kulaklarimizla duydugumuzu dusunuyorsaniz, yaniliyorsunuz dostlar. Yalnizca gozlerimizle gormedigimiz ya da tenimizle hissetmedigimiz gibi. Dunyayi algilamamiz bu 5 duyunun herhangi birinin tekelinde degil neyse ki. Bunu dun gittigim Evelyn Glennie ve Sao Paulo orkestrasi konserinde bizzat yasamis oldum. Orkestranin ikinci parcasina dunyaca unlu solo percussionist Evelyn Glennie eslik etti, bize de unutamayacagimiz bir yarim saat yasatti. Ben hipnoz olmus gibi sahnedeki percusyon aletlerini calan muhtesem bir kadina odaklandim. Kendisinin isitme kaybi oldugunu "duymus" ama inanmamistim. Bu konuyu konser afislerinde dile getirmese de, Evelyn Glennie ses titresimleriyle duymayi kucuk yaslarda ogrendigini bir belgeselde anlatiyor. Cevirebildigim kadariyla iste Glennie'nin yazisindan bir parca:

"Duymak en basit anlamiyla dokunmanin ozel bir durumudur aslinda. Ses, kulaklarin alip elektrik sinyallerine cevirdigi ve daha sonra beyin tarafindan yorumlandigi bir titresimdir. Bunu yalnizca isitme duyusu degil, dokunma duyusu da yapabilir. Eger bir yol kenarinda duruyor olsaniz ve buyuk bir kamyon yaninizdan gecse, bunu isiterek mi titresimi hissederek mi algilarsiniz? Yanit aslinda her ikisi de. Cok dusuk frekanslartaki titresimlerde, kulak verimsiz calisir ve bedenin geri kalan kisimlari bu gorevi ustlenir. Kimi sepeplerden oturu biz bir sesi duymak ve bir titresimi hissetmek arasinda bir ayrim yapariz. Aslinda gercekte bunlar ayni seylerdir. Italyancada bu ayrimin olmamasi ilginctir. "Sentire" sozcugu duymak anlamina gelir ve bu sozcugun rexlexive bicimi "sentirsi" hissetmek anlamina gelir. Sagirlik yalnizca kulaklarinizda bir yanlislik oldugu anlamina gelir, isitemeyeceginiz anlamina degil. Tamamiyle sagir olan biri bile hala sesleri duyabilir ya da hissedebilir. " (Kaynak)

Bu yaziyi cevirirken, Turkce'nin ne muhterem bir dil oldugunu bir kez daha kavradim. Ingilizcesi "hear" olan sozcuk turkceye hem isitme hem de duyma olarak ceviriliyor. Duymak ayni zamanda sezmek, fark etmek ve hissetmek anlamina da geliyor.

Evelyn Glennie'nin perkusyona getirdigi olaganustu yorumu Touch the Sound belgeseline de konu olmus. Solo perkusyonist kariyerinin yanisira, kendisi dunyaca unlu muzisyenlerle isbirligi de yapiyor, bunlardan biri elbette diger olanustu kadin muzisyen, Bjork.

Simdi sizi Evelyn Glennie'nin TED'de yaptigi sunumla basbasa birakayim. Diger performanslarini da youtube dan izleyebilirsiniz. Keyifli duymalar...



Thursday, October 08, 2009

The Doors---People are strange

Sevgili tuhaf, garip, acayip, enteresan blog okuru...Biri sana tuhafsin dese eyvallah kardes deyip iltifat hanene bir cizik mi atarsin yoksa bu farklilik hali canini mi sikar? En son ucubeler hakkinda yazdigim yazidan sonra bu hafta karsima birden The Doors'un People are Strange parcasinin cikmasi ne "tuhaf" bir rastlantidir. Insanin yalnizligini en iyi anlatan parcalardan biridir ki yabanci bir ulkeye yeni yerlesmis gurbetci vatandasin yabancilasmis hucrelerine hizla nufuz eder.

Adini Aldoux Houxley'in The Doors of Perception (Alginin Kapilari) adli ucmus kitabindan almis zamaninda The Doors grubu. Houxley bir miktar meskalin sonrasi acilan algi ve bilinc kapilari esliginde yazar kitabi. Houxley kitaba unlu sair William Blake'in bir sozuyle baslar. Eger algi kapilari temizlenebilseydi, hersey insana oldugu gibi sonsuz gorunurdu der Blake. Biz buyudukce, egitilen, sekilden sekile sokulan algilarimizla dunyayi hep ayni bicimde algilayaduralim, bazi insanlar kapilari az da olsa temizleyebildikleri icin, farkli oluverirler, tuhaf olarak cezalandirilirlar. Iste bu sarki tum bu tuhaf insanlara The Doors'tan geliyor sayin siradan okuyucu. People are Strange...


Tuesday, October 06, 2009

Leonard Cohen-The Letters

Olmeden once kimin kulaklarina fisildayarak sarki soylemesini isterdin diye sorsaniz, hic dusunmeden Leonard Cohen derdim sayin okuyucu. Simdi bu kasvetli ve yagmurlu bir Ames gununde Cohen'den The Letters'in dinliyorsam bir sebebi vardir. Yakilan, gonderilmeyen mektuplar degil de sarkinin melodisidir beni huzunlendiren. Bir de Leonard Cohen'in muhtesem sesi.

Monday, September 28, 2009

Ames is such a great town...

Sayin okuyucu dunyanin en sosyal, en eglenceli, en aktif, herbir kosesinde insanlarin dansettigi, cilgin partilerin verildigi, haftasonlari gidilecek mekan bollugundan bir turlu karar verilemedigi bir sehirde yasiyoruz, Iowa'nin nadide parcasi Ames harikalar diyarinda (!!!). Pazar gunu gittigimiz Ames sanat festivali'nda sanattan cok zanaatlerin sergilendigini gorunce bir onceki cumlenin sarkastik havasina burunuverdik hemen. Ortami senlendirmeye calisirken bir iki fotograf cektik, kendi kendimizi eglendirmeye calistik. Ben de bu sanatsal (!!) calismalari sizinle paylasayim dedim.

Dipnot: Ames gercek mi demisti Aliye hatun bir mesajinda. Dusununce gercek olamayacak kadar sakin, baris dolu, guvenli, ucuz ve yasamasi kolay geliverdi. Varilacak bir yer olmaktan ote, cogumuzun bir sure durakladigi bir yer degil mi sonucta...




Saturday, September 26, 2009

Ne guzel demis Kant...

Yüreklice düşün, gir bu yola seve seve!
İyi yaşamayı sonraya bırakan kimse yolunda bir ırmakla karşılaşıp da akıp geçmesini bekleyen köylüye benzer...
Oysa ırmak hiç durmadan akıp gidecektir.

Immanuel Kant

Friday, September 25, 2009

ladies and gentlemen and all you freaks inbetween


Yazima Dream City Film Club'in Porno Paradiso adli guzide eserinin ilk dizeleriyle baslamamin bir nedeni var sayin okuyucu. Ingilizce'de sevdigim sozcuklerden biri olan "freak" hakkinda bir iki kelam etmek. Turkcesi kacik, ucube ya da hilkat garibesi olarak cevirilebilir. Freak genelde gorunusunde ya da davranislarinda standard normlara gore farklilik gosteren seyler icin kullanilir. Sozcuk eski zamanlarda hastaliklardan dolayi bedensel deformelere ugramis insanlar icin kullanilirmus. Genetik yapi bozukluklarindan kaynaklanan deformasyonlarla dogal freakler olabilecegi gibi hastalik vs gibi seylerle olusan degisikliklerle sonradan da freak olunabiliyor.

Ben freak sozcugunu en cok Amerikali fotografci Diane Arbus'un yasaminin bir kesitinin anlatildigi Fur filmiyle animsarim. Steven Shainberg'in yonettigi filmin basrollerinde Nicole Kidman ve Robert Downey Jr. oynamisti. Filmde Arbus'un bir ev hanimindan ust komsusunun yasamina getirdigi heyecan ve tuhafliklar ile ucubeleri fotograflayan bir fotograf sanatcisina evrilmesinin oykusu kurgusal bir dille anlatiliyor. Arbus ile cekiciligine karsi koyamadigi vucudunun tamami killarla kapli "freak" komsusu arasindaki iliski norotik bir masalla sunuluyor.

Film her ne kadar kurgu olsa da Arbus'un fotograflarindaki ucube kulturunu iyi hissettiriyor. Arbus 1971'de gecirdigi agir depresyon nedeniyle 48 yasinda intihar ediyor. Kendisinin en sevdigim forografi tek yumurta ikizi kiz cocuklarini resmettigi "Identical Twins".

Diane Arbus'u freak'lere ceken neydi? Yasaminda kendisine bicilmis rollerden siyrilip farkli olani, kabul edilmeyeni, itileni, kakilani arayis cabasi neydi? Kendisi de hepimizde olan bir miktar ucubeligin farkina varmis olabilir miydi? Son gunlerde giderek sterillesen, aynilasan toplumda hepimiz ucubeliklerimizi halilarin altina suruyor gibiyiz. Ve onlar hep bir yolunu bulup onca makyaja ragmen bir sivilce gibi oramizda, buramizda, ruhumuzda bitiveriyorlar.

Wednesday, September 23, 2009

Muzikle salinirim


Son birkac yildir donup donup dinledigim albumler var. Son zamanlarda yine o eski albumleri karistirip ortaya bir iki Cat Power, Ben Harper, Feist hatta Damien Rice bile ativerdim. Eskiden muzik dinlerken baska birsey yapmayi muzige saygisizlik sayardim. Simdi muzik dinlemeden herhangi birseye konsantre olamiyorum. Son gunlerde tez sancilari bana Emma Shapplin bile dinletti, Spente le Stelle'yi sozlerini anlamadan gerile gerile dinliyorum. Beni bu opera vari sesler, sopranolar vs garip bir bicimde sinirlendirir. Albumun ortalarina geldigimde, arastirma methoduyla cebellesiyordum ki birden beynime kan sicradigini farkettim sinirden...Hep Emma Shapplin'in sucu. Iste ben boyle muzikle enteresan ruhsal baglar kurarim sayin okuyucu. Hava kapaliysa ornegin, yagmur ha yagdi ha yagacaksa, mutlaka Portishead'in Strangers albumunu bastan sona dinlerim, iyice bunalayim, icim sikilsin, mutsuz olayip diye. Hava ruzgarliysa kesinlikle bir iki Radiohead dinlerim...Hail To The Thief ya da In Rainbows albumlerini. Radiohead beni heyecanla karisik bir belirsizlige surukler hep. Spor yaparken kosuyorsam kesinlikle The White Stripes albumlerini dinlerim. Baska turku sikilirim, kosamam...illa muzik de benimle kosacak. Hatta sarki ritmlerini kosu ritmlerine uygun secerim ki sirayla ritmim hizlansin yavaslasin. Gol kenarinda yuruyuse cikmissam Haris Alexiou dinlerim. Burada idare etigimiz ufacik su birikintisi yunan melodileriyle egeyi hatirlatir bana...hafif bir de ruzgar eslik ediyorsa yuruyuse beni kimse tutamaz Ames'ta Izmir sahil havasi estiririm. Son zamanlarda araba surerken hep Lily Allen dinliyorum. Beni eglendiren son zamanlarin yegane albumlerinden. Cuma aksami arkadaslarla disari cikmadan once bir iki Katie Melua parcasi dinlerim Piece by Piece albumunden. Evde hicbirsey yapasim yoksa, gozlerimi kapatip Isobel Campbell & Mark Lanegan'in Ballad Of The Broken Seas albumunu acarim, hayallere dalarim, arada da uyuklarim. Dusa girip sarki soylemek istiyorsam Tori Amos'un butun sarkilarini ezbere bildigim The Beekepers albumunu acarim. Herhangi bir erkek kisisine sinirlenmissem Ani DiFranco'nun Knuckle Down albumunu atarim hemen playera. Karisik sakin birseyler istiyorsam evde yemek yaparken, Garden State filminin sountract albumunu dinlerim. Ya da yemek yaparken arada oynamak istiyorsam hemen Muammer Ketencioglu'nun Ayde Mori albumunu eklerim muzik listesine. Vokali olan herhangi bir muzikle okudugum kitaba konsantre olamam. Son zamanlarda elimden dusurmedigim Orhan Pamuk'un Istanbul kitabini Erkan Ogur'un Hic albumu esliginde okuyorum, gayet guzel eslik ediyor Istanbul hatiralarina.

Yollarda amacsiz yururken Kazim Koyuncu albumunu acarim hemen. Vira albumu beni hem heyecanlandirir, gecmise goturur, arada huzunlendirir, kimi zaman costurur. Yururken adimlarimi arada horon adimlarina ceviririm, kimse farketmez. Ondan sikilinca hemen Brezilya'dan klasik Forro nagmelerinin oldugu toplama bir albumu acarim. Yuzume kocaman bir gulumseme yerlesir...

Ben muzikle durmadan salinirim iste.

Thursday, September 03, 2009

Iyi ki Dogdun Internet!!!!

Sevgili Internet,

Bugun yine sana baglandim, baglandim ki ne goreyim...Bugun senin dogumgununmus. Uzun zamandir birbirimizi tanidigimizi dusundugum halde, sana yasini ve dogumgununu hic sormamisim, ne kadar da vefasiz bir dostum, af buyur, tez mez derken seninle baska konularda mesguldum, bilirsin. 1960 yilinin subatinin 2 sinde iki California universitesi birbirlerine veri gondediklerinde nur topu gibi afacan bir cocuk dogmus. Bir kahramanlik yapmani beklemis olacaklar ki adini sonradan Internet koymuslar. Bir ay sonra Stanford Arastirma Enstitusu buna katilmis ve ARPANET networkunu kuruvermisler. Sonralari 1970'lerde silikon cipleri yeni jenerasyon bilgisayarlarin temelini atmis, oyunlar, e-mailler gelmis arkasindan bilgi cagini beraberinde getirerek. Artik bilgiye ulasma ve onu kullanma bir tik, olmadi cift tik otede oluvermis. Sen yine de 90'lara kadar evlerimize pek girememissin ta ki Ingiliz fizikcinin biri Web'i ve servis saglayicilari bulana kadar. Sonrasinda milyonlarca insan birbirlerine baglanivermis.

Sevgili Internet, ben senin olmadigin zamanlari nostalji yapip hatirlarken, simdiki genc kusak sensiz bir dunyayi hayal bile edemiyorlar. Seninle 1996'da bizim okulda tanistigim gunleri hatirliyorum hala...Okula yeni 486'lar geldi diye sevinirken birden karsimiza cikmis, o zamanlar laba disket getirmeyi yasaklayan hocalari saskina cevirmistin.

Aradan uzun yillar gecti, inisli cikisli arkadasligimizda sen gittikce kendini gelistirdin, ben cogu zaman sana ayak uyduramadim. Simdi elimden tutmus beni yeni yeni dunyalarla tanistiriyorsun, hatta buyuk bir vefakarlik gostererek tezime yardimci oluyorsun...Lafi fazla uzatmayayim, zira sen bos konusmalari seversin, vakit calmalari da...

Tekrar mutlu yillar diliyorum Internetcim, nice yillara!!!

Wednesday, September 02, 2009

Lily Allen-Not Fair

Gittikce karman corman aglarin esiri oluyoruz sosyal okuyucu. Gun gecmiyor ki yeni yeni twitleyenler, twitlenenler, myspace'lerde yeteneklerini sergileyenlerle karsilasmayalim. Myspace, Facebook vs jenerasyonunun son urunu Ingilizlerin muzik piyasasina armagan ettigi cilek kivaminda bir hatun, Lily Allen hakkinda iki kelam edeyim dedim ben de. Yasina (24) basina bakmadan zeki sarki sozlerini birbirinden farkli ritmlerle harmanlayan Lily'nin yetenegi daha dogmadan once yazilmis alnina. Aktor ve muzisyen Keith Allen ve film yapimcisi Alison Owen'dan olma Lily kizimiz 2006 yilinda Alright, Still albumunu cikarmis. Ben albumu biraz gec kesfetsem de, hakkini vermis sayilirim, gunde en az bir kez albumdeki tum parcalari dinliyorum neselenmek icin. Bu album 2008 yilinda en iyi alternatif muzik albumu odulunu Grammy'cilerden kapiveriyor. Allen'in ikinci albumu gectigimiz subatta cikiyor--It's Not Me, It's You. Albumu henuz alamadim ancak youtube'dan sarkilara soyle bir bakiniverdim. "Not Fair" son gunlerde uyanir uyanmaz dinledigim bir sarki. Allen tembel sevgilisinin bazi performanslarindan pek de memnun degil, sarki da boyle bir sinir harbiyle yazilmis sanirim. Isin komik yani, Allen'in bu sarkiyi mevzubahis kisiye soylemesi, ve er kisinin hic de ustune alinmamasi. Kimi erkeklerin ustbilis'ten (metacognition) oldukca yoksun olduklarini dusunursek, pek de sasirtici degil aslinda...Simdi sizi bu parcanin canli performansiyla ve country nagmeleriyle basbasa birakayim. Siz de Lily Allen'i bir yerlerden bulup takip ediniz efendim, zira bu kiz cok iyi yerlere gelecek, demedi demeyin...

Sunday, August 30, 2009

Iste gercek muzik


Bu yaziyi gecenin bir vakti buyulenmis ruhum esliginde yaziyorum sayin okuyucu. Bu gece aldigim bir kac plagi bir arkadasin evinde dinleyince, Yener sayesinde kapildigim plak dunyasindan kolay kolay kopamayacagimi anlamis bulundum. Henuz bir pikabim olmadigi halde, buradaki eskicileri ve sahaflari dolanip hemen uc tane plak seciverdim. Biri 1965 basimi Walt Disney'in cikardigi Peter Pan cizgi filminin muzikleri. Bir digeri 1950 lerin blues sanatcilarina ait karma bir album...digeri ise 50'lerdeki partilerde calinan piyano nagmeleri. Plaklari dinlerken bu aksam, dinledigimiz cd lerin ya da en sikistirilmis haliyle mp3 lerin seslerinin ruhsuz, cansiz ve temiz havalarindan siyrilip, ruhu oksayan gercek muzikle tanisiverdim. Daha once hicbir muzik pikaptan cikan sesler kadar canli gelmemisti bana...simdiye kadar dinlediklerim bir yansima ve gurultuymus meger. Simdi sagda solda pikap ariyorum, ingilizcesiyle turntable ya da record player. Simdilik bu amator heyecanimi biraz sakinlestirmek icin Yener'in benimle paylastigi bilgileri plak heveslileriyle paylasayim dedim.

---pikap alirken ozellikle ignelerinin iyi durumda olmasina dikkat etmek gerekiyor.
---pikabin markasi, eski ise ne kadar kullanildigini bilmekte fayda var.
---Shure marka piyasadaki en iyi pikap ignesi.
---gramafonun guzel bir goruntusu ve nostaljik degeri var ama aranan ses kalitesi ise, pikap almakta fayda var.
--- gramafonla sadece tas plak dinlenebiliniyor (78 lik plaklar yani). en eski ses kayit medyasi. ama plaklar genelde 33 ve 45 lik olarak mevcut artik.
---pikaplarin fiyatlari kalitelerine gore biraz tuzlu olabiliyor. Kendinden amfili hoparlörlü olanlari gibi. Canta şeklinde olanlar var taşınabilir (nispeten ucuz)ama ses cikislari cok yuksek olmuyor. en iyisi pikap amfi ve hoparlör almak.
---plaklara ses analog olarak kaydediliyor. yani her sey mekanik. Studyoda ses titreşimlerinin vinyl (pvc gibi birsey) üzerinde izler oluşturması ile master record hazirlaniyor. sonra kalibi yapilip ve seri uretimle uretiliyor.
---32, 45, 78 devir süreleri. pikapa koyup dinlerken lp nin dakikada kac kez dondugunu ifade ediyor. 78 lik tas plaklar en eski teknoloji, cok tercih edilmiyor artik. (ebat olarak 33 lukler en buyuk, 45 likler ufak taş plaklarda ufak 45 likler gibi) 33 lukler long playler 45 likler de single'lar icin kullaniliyor. Rakam buyudukce ses kalitesi de artiyor. Bir 45 likte plak in her 2 yuzunde 1 er parca oluyo genelde. 4-5 dakikalik parca sigabiliyor. orjinale en yakin konser de canli dinler gibi neredeyse. 33 lukler normal bir album gibi her bir yuzunde 15-20 ser dakikalik sarki oluyor.
---analog kaydin dijitalden farki kaydedileni oldugu gibi dinliyoruz ama dijitalde, muzik sikistirilan (analogda ses oldugu gibi kaydediliyor sikistirma yok) datalara lazerin carpmasi daha sonra bunun yansimasinin sese donusturulmesi ile meydana geliyor. yani asil kaydin yansimasini dinliyoruz. mp3 artik iyice torpulenmis hali zaten. sadece duyulabilen kaliyor mp3 te.

Simdilik benim ogrendiklerim bundan ibaret. Ben henuz bulastigim bu maceranin devamini bir pikap bulur bulmaz sizinle paylasacagim.

Thursday, August 20, 2009

Peter Frampton Konseri-Des Moines, Iowa

Iowa'ya Peter Frampton gelmis, hic kacirir miyiz. Uc rock tutkunu olarak Kajal ben ve Raciv dustuk konser yollarina. Zamaninda Humble Pie ve Herd gruplarinda calmis usta gitarist Peter Framton toplamis takimi gelmis konsere. Cikardigi Grampton Comes Alive albumu dunya capinda 6 milyon satinca Peter amcamiz unune un katmis. Konsere de elbette once son albumu Fingerprints'ten birkac parcayla pasladi Frampton. Bu album 2007 yilinda en iyi enstrumental pop albumu odulunu aliyor. Sonra yavas yavas eskilere yol aldik uzun gitar sololariyla, harika "Do you feel like I do" performansiyla, Baby I love your way ve show me the way sololariyla. Peter amcamizin guzel uzun saclarina aklar dusmus, hafif de kellesmis, lakin performansi iyice olgunlasmis, ozellikle mikrofona taktigi bir hortumu ufleyerek cikardigi sesler zaten rocktan cosmus bunyeleri iyice ucuruverdi guzel bir Iowa aksaminda. Ben Istanbul'a Leonard Cohen gelince bunyeye yaydigim kiskancligi bu konserle hafif de olsa yatistirabildim. Konserin en guzel ani ise sahne kenarina koyulan iki buyuk ekranda kendi ismimi gormem oldu. Raciv in gonderdigi mesajla koca konsere soyle bir yazi gosterildi 15 saniye boyunca. "Evrim Rocks!!!":)

Caster Semenya


Bazen insanin tepesinin tenceresinin atmasi icin bir haber okumasi yeterli oluyor. Bugun gulerin benle paylastigi haber guney afrikali atlet Caster Semenya ile ilgiliydi.Semenya 2008 CommonWealth gencler sampiyonasinda 800 metrede altin madalyayi alan "kadin atlet". 2009 dunya sampiyonasinda ise yine 800 metreyi bu kez dunya rekoru kirarak kosuyor tam 1:55.45 saniyede. Buraya kadar hersey normal ve ne olduysa dunya medyasi birden Semenya'nin erkeksi ozellikler tasiyan yuzune ve vucuduna odaklanip kendisinin kadin olmadigiyla ilgili dedikodular cikariyor. Bunun uzerine IAAF (Uluslararasi Atletik Fedarasyonu) kendisinden cinsiyet testi istiyor. Limpopo'daki kucuk bir koyden gelen Semenya simdi dunyanin butun dikkatini uzerine cekmis kosmaya devam ediyor, annesi, anneannesi ve guney afrika cumhuriyeti kendisinin kadin oldugunu, tum bu dedikodularin sacmaliktan ibaret oldugunu haykirmakta ve IAAF'in haksiz ve yanlis politikasini elestirmekteler su siralar. Haberle ilgili ayrintilari okudukca Semenya'nin nasil bir ruh hali icerisinde oldugunu tahmin etmeye calistim, beceremedim. Daha da onemlisi tum dunya uzerine gelirken boylesine, bacak arasinda kendini bildi bileli bir kadin organi tasidigini kanitlamaya zorlanmasi ne kadar sinir bozucu. Sporun geldigi bu aci nokta uzun yillardir yurutulen pazarlama calismalari, dopingler, ilaclar, daha hizli kosmak ve yuzmek icin uretilen ozel giysiler, bu korkunc kazanma hirsi sonunda bir atletin kadinligini ispatlamak zorunda kaldigi noktaya kadar geldi. Benim tanidigim turkiyenin yetistirdigi gelmis gecmis en iyi uzun mesafe kosucusu ve en hirssiz atleti Guler Arsal bu konuda ne diyecek acep? bir danismak lazim.

Haberle ilgili ayrintilari buradan ve suradan okuyabilirsiniz.

Wednesday, August 19, 2009

Bilim ve Twitter

Zamanin unlu bilimadamlari twitter kullansalardi neler olurdu? Iste bir PhD comics saheseri:

Sunday, August 16, 2009

Dream City Film Club-If I Die I die

"Agzini ac ve dunyayi yut" diyor Porno Paradiso sarkisinda Dream City Film club. Elbette yine Yener sayesinde kesfettigim artik varolmayan bir grup. Ben zaten kendimi Portishead'den Jeff Buckley'e sallandirirken, bu grup melankolinin ustune tuz biber ekti, bunyeyi karalara bagladi iyice. Biraz karamsar bir sarki olmakla birlikte "If I die I die" da ayri bir guzeldir. Ben asagidaki gibi cevirdim nakaratini, siz de videosunu buyrun izleyin efendim.

Beni tuzla buz edebilirler
Beni ikiye bolebilirler
Sevgili, umrumda degil
Seninle oldugum surece
Korkmuyorum, hayir
Sansimi denemekten
Olursem, olurum iste

Thursday, August 13, 2009

Orhan Pamuk

Insan kendine dair yargilarda bulunurken, cevresindekilerin kendisini nasil algiladigini onemsemeyebilir. Ben kendimin inatci olmadigini dusunurken, cevremdekiler oyle oldugumu soylerlerdi. Kucukken neden babamin bana surekli koprude karsilasmis iki inatci keci masalini anlattigini simdi daha iyi anliyorum. Masalin ve beraberinde sarki ile bir kopru ve koprunun ustundeki inatci evrim'i duslerimde hep farkli bicimlerde canlandirmisimdir. Simdi ne zaman "inatci"ligi ve evrimi dusunsem bu resim aklima gelir. Yillardir Turk edebiyatina sirtimi donup onceleri rus edebiyati, sonra biraz ingiliz ve ispanyol, son yillarda da amerikan edebiyatiyla hasir nesir olmam bu anlamsiz inatciligin bir sonucudur. Orhan Pamuk kitaplarina karsi olan direncim ve okumamak icin inat etmis olmam bu yillarin onemli bir kaybidir. Son zamanlarda kendimi Pamuk kitaplarina kaptirdikca, baska ulkelerin edebi eserlerini okurken hissettigim yabancilik ve oteki olma durumu kayboluyor. Tam aksine kendisinin yazilarinin alt metnine yayilmus dogu-bati catismasi kendi yasamimdaki ve eylemlerindeki karmasikligi ciplak bir bicimde ortaya koyuyor. Orhan Pamuk okudukca kendi kisisel tarihim ile birlikte, icinde pistigim kulturun de kaosunu daha iyi anliyorum. Bugunlerde elimden dusurmedigim Kar romanina Michael Mcgaha tarafindan kaleme alinmis "Autobiographies of Orhan Pamuk" kitabi eslik ediyor. Kitapta Orhan Pamuk'un yasamina, kitaplarina ve icinde bulundugu politik gundeme Amerikali bir profesor isik tutuyor. Kendisi ayni zamanda Pomona College'da Orhan Pamuk uzerine dersler veriyor. Pamuk'un yasamina farkli bir acidan bakan bu kitabi okumanizi tavsiye ederim.

Onceleri Pamuk'un kitaplarinin tum dunyada bu kadar ilgi gormesini anlayamazken, kitaplarini paylastigim birkac yabanci arkadasimin kendisini nasil buyulenerek okuduklarina sahit oldum. Ben de onumdeki birkac ayi Pamuk kitaplarina ayirdim. Doktora tezi yazanlara boylesi bir edebiyat kacisi tavsiye edilir. Keyifli okumalar...

Monday, August 10, 2009

Fire in the Ocean: The Women of Andros Island

Gecenlerde sevgili arkadasim Daniel ile Florida'da karsilastigimizda, daha once cektigi belgesel uzerine uzun uzun konustuk. Daniel uzun sure video produksiyon ve belgesel cekimiyle ugrasmis, bizim alana yeni bulasmis cok yetenekli bir video ustadi. ArtReach studio'larinda calisirken Bahamalardaki Andros adalarina gidip 6 ay boyunca oradaki kadinlarin yasamlarini gozlemleyip, bunu kucuk bir belgesele donusturmus. Ben de sizinle Andros adasinda yasayan dort farkli nesilden kadinin yasamini anlatan bu ilginc etnografik filmi paylasayim dedim. Keyifli seyirler.



Monday, August 03, 2009

Embroideries


Florida’da gecirdigim iki hafta boyunca Elif Safak’tan Pinhan’i ve bir kez daha Baba ve Pic’i ama bu kez ingilizce cevirisiyle Bastards of Istanbul’u okuduktan sonra edebiyat atesiyle yine yanip tutusmaya basladim. Yazin en guzel yani insana buyuk bir keyifle kitap okutmasi. Havalarin sicakligindan olsa gerek, yaz mahmurlugu bir tek kitap okurken suclu hissettirmiyor insani. Bu motivasyonla bugun Borders’in yolunu tutup iki guzel kitap aldim kendime ve birini hup diye bitiriverdim bile. Daha once Persapolis’i izlemis ve Marjane Satrapi’nin etkileyici mizah dilinden ve cizgi roman biciminden cok etkilenmistim. Bu kez ayni hikayenin bir alt oykusunu anlatan Embroideries kitabini alip bir solukta okudum.

Marjana Satrapi Rast, Iran dogumlu simdilerde Paris’te yasayan bir kadin yazar. Yazdigi cocuk kitaplarinin yanisira, The New York Times, The New Yorker gibi dergilerde yayinladigi karikaturlerle de taniniyor. Kendisini asil une kavusturan ise Iran’da sah sonrasi donemde yasayan, sonralari Avrupa’lara gelen bir genc kizin yasamini ve dolayisiyla o gunlerin sosyal ve politik durumunu da anlattigi Persepolis serisi.

Gelelim mevzubahis kitabimiz Embroideries'e. Turkce'ye nakis, el isi olarak cevrilebilir sanirim. Kitapta kahramanimiz Marjane buyukannesi, annesi, teyzesi ve diger hatun kisilerle bir aksamustu cayinda bir araya gelir. Dogal olarak konu sex'ten aska ziplar, erkeklerden bahsedilir sikca. Kadinlar sirlarini, gizlerini, pismanliklarini oykuleriyle paylastikca biz kendimize dair pekcok sey buluruz kitapta. Bu kitapta kadinlarin sesi mizahi oykulerle canlanmakta bir bicimde bizi de cay sohbetine dahil etmekte. Tavsiye edilir efem...

Simdi bir gece yarisi Orhan Pamuk'un Kar (Snow) kitabini aldim elime, bakalim ingilizce nasil ilerleyecek. Duruma gore kendisinin Istanbul kitabini da kutuphaneye dahil edecegim. Simdilik keyifli okumalar efem...

Friday, July 03, 2009

Mutlu tesadufler ve Serendipity

Bugun uzun uzun dusundu, rastlantilar uzerine...hep bir bicimde rastlantilarin oylesine oluverdiklerini, yasamina giren insanlarin oylesine giriverdiklerini dusunurken, ve kaderden kismetten gittikce uzaklasmisken, bir masal okudu bir gun, senin bu yaziyi okudugun andan cok cok onceleri, hatta onun bu yaziyi yazdigi andan daha da onceleri...Serendip ulkesinin 3 prensi...bir iran masali, simdi Sri Lanka diye bildigimiz, pers dilinde Serendip diye soylenegelen bir ulkede...Masallarla buyulendigini bilenler, ilerlemis yasina ragmen bir masali defalarca okuduguna anlam veremezler, hala durup durup masal kitaplari aldigina da. Ama iste masal tutkunu bu, usenmeden Andersen'in evine bile gitmis zamaninda, kendisine masal anlatan herkesi sevmeye hazir, saatlerce masal anlatmaya pek hevesli.

Bir zamanlar, cok uzaklarda, serendippo diye bir ulkede, cok guclu bir kral yasarmis Giaffer adinda. Uc oglu varmis kralin, varmis da onlarin gelecekleri ve egitimleri icin pek endiselenirmis. Iyi bir baba oldugu icin, onlari prenslere layik erdemlerle yetistirmek istermis. En guzel hocalari tutarmis ogullarini egitmek icin ogullarina en iyi sanat ve bilim egitimini vermek icin. Yaparmis da hala onlarin yeterince pismediklerini dusunurmus, tacini devredecekmis ne de olsa ilerde, buna layik olmalari gerekirmis. Prens olmanin verdigi ayricaliklardan yararlanan bu 3 genci uzaklara gondermeye karar vermis birgun, gercek yasamdan alacaklari dersleri dusunerek.

Prensler az gitmisler uz gutmisler ve develerinden biri kaybolan bir tuccarla karsilasivermisler. Tuccar prenslere deveyi gorup gormediklerini sormus ve prensler de yoldan bir deve gectigine dair izleri gorduklerini soylemisler. Hemen tuccara devenin topal, bir disi kayip ve bir bacaginin topal olup olmadigini sormuslar. Tuccar deveyi gormedikleri halde onu bu kadar iyi tarif edebilen prensleri hirsizlikla suclamis ve onlari cezalandirilmalari icin Berama imparatorunun karsisina cikarmis. Berama onlara nasil olur da daha once hic gormedikleri bir devenin bu kadar detayli tasvirini yapabildiklerini sormus. Prensler kucuk ipuclarindan yola cikarak deveyi tasvir edebildiklerini soylemisler. Bir yolun sadece bir tarafinda cimenlerin daha az yesil oldugunu gormuslerdir ornegin, devenin diger tarafa bakan gozu kor olmali diye dusunmusler. Yenilen cimendeki topaklari gorunce, devenin bir disinin eksik olduguna karar vermisler. Yol izleri sadece 3 ayagin izlerini ve bir digerinin cekilmis izini gosterince, hayvanin topal oldugu sonucunu cikarmislar. O anda bir gezgin girmis saraya, deveyi buldugunu mujdeleyerek. Beramo uc prensi azad etmis ve onlari danismani yapmis masalin sonunda.

Iste bu masal, Horace Walpole tarafindan ortaya atilan "serendipity" kelimesinin kaynagini olusturur. Serendipity baska birsey ararken kazara ya da tesadufen buldugumuz ya da karsilastigimiz seyleri tanimlar. Sozcuk ayni zamanda Ingilizceden baska dillere cevirilmesi en zor sozcukmus. Yildirim Turker sozcuge Turkce'de "serendipce" demis ve sozcugu aramazken bulunan, mutlu tesaduf olarak cevirmis.

Biz de simdi yasamimizda baska seyler ararken karsimiza cikan mutlu tesadufleri dusunelim. Hayatimiza giren sevgilileri, arkadaslari, yasadigimiz mekanlari, okudugumuz kitaplari, dinledigimiz muzikleri...

Tuesday, June 30, 2009

Anlar ve Ezgi

Insan bazi anlari kacirir, asinda hic kacirmamasi gerekenleri. O anda o yerde olmali, onlarla, onunla, o ani paylasmali...Ezgim mezun oldu, mezuniyetinde olamadim, pek cok aninda oldugu gibi buna da uzak kaliverdim. Ama o biliyor ya, o diplomayi alirken ben dusumde resmini cektim. Yeni dogdugunda ismini koyma gorevi bana bahsedildigi andaki kadar heyecanlandim ben de kilometrelerce uzakta. Adini koydum Ezgi, hayatimin en guzel melodisi...

Iste yeni mezun bilim adami adayi, Ezgim, gelecekteki muhtesem anlara gulumserken...

Sunday, June 28, 2009

Hawaii gezisi

Sevgili muzikseverler, sevmese de arada sirada dinleyenler...sizi Hawaii ezgileriyle selamlamak isterim, zira bir haftalik hawaii macerasindan donmus bulunuyorum artik. Nasil ozlemisim, nasil ozlemisim, insanin evi gibisi yokmus. NSF (National Science Foundation) in duzenledigi "Disiplinlerarasi Tasarim Workshop" u vesilesiyle 13 saat yol gidip Hawaii'nin baskenti olan Honolulu'nun bulundugu Oahu adasina ulastik. Bu kadar zahmete girip Turkiye'ye gidebilirdim diye dusunsem de okyanusun ortasinda bir adaya gidecek olmak az da olsa heyecanlandirmisti beni. Workshopta cesitli universitelerden katilimcilarla birlikte arastirma konulari aradik, endustri de tasarim ve muhendislik ve diger alanlar nasil birlestirebilir diye konustuk, tartistik derken tatile de basladik.

Hawaii'nin sadece bir adasinda, Oahu'da gecirdigim bir hafta boyunca, burayi fazlaca abartilmis buldum elbette. Guzel plajlari var lakin, plajlarin dibinde biten gokdelenler bir guzellikten cok kirlilik sunuverdi sakin plajlara alismis bunyeme. Sehir etrafinda cokca turladik, coktandir sonmus bir yanardagin tepesine cikip sehri gozlemledik, sehre yakin bir iki koya gidip snorkelle daldik, durmadan ananas yedik durduk da ben durmadan kendimde bir gariplik oldugunu hissettim. Bu kadar bayilacak, abartilacak ne vardi allah askina. Amerikan ruyasinin ve pazarlama dehasinin bir urunu olup cikivermis guzelim ada...Japon turist fazlaligiyla, herseyin fiyatinin dort kati olmasiyla, Hawaii mali diye yutturulmaya calisilan Cin incik boncuguyla ben fazla da etkilenivermedim iste...

Amerikan tarihiyle ilgilenenlerin Pearl Harbor muzesi ve aniti ilgilerini cekebilir. Japonlarin batirdigi USS Arizona gemisi uzerine insa edilmis bu anit gezilebilir. Ilginc olan o sirada olen askerlerin kullerinin oraya atilmis olmasi...hatta sag cikanlar da olduklerine oraya kullerinin gomulmesini vasiyet etmisler.

Hawaii'yle ilgili birkac ayrinti:

Eyalet bu yil Amerika'ya katilisinin 50. yilini kutluyor.
Hawaii ayni zamanda Obama'nin da memleketi.
Plajlari ozellikle sorf yapanlar, dalgalari sevenler icin birebir.
Jurassic Park filmi ve Lost dizisi burada cekilmis.
Hawaii'nin bir diger sembolu yesil kaplumbagalar. Oohu adasinin ozellikle kuzey bolgesinde sikca gorulebiliyorlar, yunuslar ve kopek baliklari ile birlikte.
Oahu'nun her yerinde Hilo denilen Hawaii'nin geleneksel dans gosterileri var. Kollari ve elleri kullanma tarzlari ve kivrak bel hareketleri bize pek de yabanci degil.
Hawaii yerli alfabesinde toplam 16 harf bulunuyor o yuzden isimleri karistirmak cok kolay.

Dedigim gibi Hawaii bir pazarlama mucizesi. Zamaninda avrupali somurgeciler gelip kapilarina dayandiginda Polinezyalilar cok ugrasmislar lakin, Amerika'nin isgaline karsi koyamamaslar daha fazla. Amerika'da herseyde oldugu gibi bu adalar topluluguna kendi keyfine ve ihtiyacina gore kullanagelmis. Siz yine de yolunuz duserse bir ugrayin derim, lakin sessiz sakin koylari ve plajlari sevenlerdenseniz Oohu'nun merkezinden, ozellikle Waikiki'den uzaklasip, pek bilinmeyen koylari ve adalari gezmenizi tavsiye ederim. Simdilik sizi cektigim resimlerle basbasa birakayim...iyi tatiller efem.




Wednesday, June 17, 2009

Kida'nin Iowa State Resimleri


Fotograf Calismalari-Afrodit

Ofiste Canon EOS 350D ile oynarken Afrodit heykelimin birkac fotografini cektim. Saolsun, guzel poz verdi...



Tuesday, June 16, 2009

Tori Amos-Abnormally Attracted to Sin

Siki bir Tori hayrani ve takipcisi olarak son albumunu de sonunda yakalamis bulundum. Tori Amos'i ilk The Beekepers albumu ile biraz gec tanimistim. Aylarca durmadan Sweet the Sting and Orange Knickers parcalarini loopa aldigimi animsiyorum. Daha sonralari "Little Earthquakes" ile Tori'ye iyice baglaniverdim. Son albumunu cikardigindan habersiz, gecenlerde Yener'in gonderdigi Give adli parcaya takildim kaldim. Inanilmaz sozler, baska alemden gelmis bir melodi ve Tori'nin muhtesem sesi. Burcu'yla ruhlarimiz bulusmus olacak ki yine hemen paylasiverdik bu parcayi. Bana gore albumun en iyi parcasi, insan dinledikce "bazilari kan verir, ben ask veririm" sozlerine takilip kaliyor. Albumun geneli icin ayni hissi paylasmasam da, dikkate deger bir iki Tori parcasi bulmak mumkun. Ben yine de bambaska birsey beklerdim, Give havasinda, give etkileyiciliginde. Siz yine de bana bakmayin, bir yerlerden Tori Amos'un mayis cikisli 'Abnormally Attracted to Sin' albumunu buluverin, sarkilari sirasiyla, atlamadan dinleyiverin. Sizi Tori Amos'la, album hakkinda yapilan bir gorusmeyle basbasa birakiyorum efendim.

Thursday, June 11, 2009

Sertap Erener ve Demir Demirkan-Painted on Water

Bugun Burcu'dan duydugum bir diger album haberini sizlerle paylasayim dedim. Sertap Erener ve sevdicegi Demir Demirkan'in dunyaya acilma cabalarinin son ayagi olan "Painted on Water" albumunun kayitlari NewYork'ta tamamlanmis. Bir iki ornegini dinledigim icin henuz karar vermesem de turkulere farkli bir form kattiklari asikar. Turkuleri jazz, blues kivaminda okuma hevesi onceden beri vardi, dinledigim kadariyla iyi is cikarmislar diyebilirim. Sanirim album once Amerika'da satisa cikmis. Asagidaki amazon linkinden album hakkinda ayrintili bilgi alabilir, samplelari dinleyebilirsiniz efendim.

http://www.amazon.com/Painted-Water/dp/B0027WNOFW

Bu da projenin web sitesi: http://www.paintedonwater.com/

Laxula-in X-ile

Sevgili blogsever, hafif bir yaz gecirirken buralarda, muzik corbasini iyice karistirmaya basladim. Iran muziklerinden, yunan nagmelerine, katalan seslerinden, depresif trip-hoplara dolaniyorum yine. Son gunlerde Laxula'nin "in X-ile" albumunu dinleyip dinleyip tuhaf, alisik olmadigim akdeniz nagmeleriyle egleniyorum. Albumde sik sik kullanilan akordeon ezgileri beni kendimden gecirmeye yetti elbet. Laxula albumunde flamenkoyu cingene, arap, latin, ve psychedelic indie rock muzigiyle karistirmis, harmanlamis, dogudan, akdeniz kiyilarina uzanan bir yolculuga cikmis.

Album Hackey night adli sessiz parcayla baslayip yine silencio (sessizlik) ile sessiz sedasiz bitiyor. Buyrun efendim sizi Laxula'nin La Boulette parcasi esligindeki konser goruntuleriyle basbasa birakiyorum.

Sunday, June 07, 2009

The diving bell and the butterfly

"kendime acımaktan vazgeçtim. farkettim ki gözümden başka iki şey daha var sahip olduğum. hayal gücüm ve hafızam"

diyor jean-dominique bauby. Az once izledigim ve etkisinden hala cikamadigim harika film "The diving bell and the butterfly" da 44 yasinda gecirdigi felc ile paralize olmus Jean-doe nin komadan uyandiktan sonra olumune kadardi sureci izliyoruz, Jean-Do'nin gozunden. Jean-Dominique Bauby bir zamanlar Fransiz Elle dergisinin karizmatik editoruyken felc gecirirr, ve uyandiginda tek hareket ettirebildigi organi gozudur. Film ilk dakikalarinda Jean-doe nin uyanisini kendi gozunden anlatiyor, sonralari cevresiyle tek goz hareketleriyle iletisim kurmaya basliyor ve bu sekilde bir de kitap yaziyor. Jean-Do'nun dusunceleri ve hayalleri felc olmus bir bedene hapsoluyor. Filmin adindaki "diving bell" su eskilerin icinde hareket etmesi guc dalgic kiyafetlerine atifta bulunurken, kelebek ise bu dalgic kiyafetinin icinde cirpinan, yasam mucadelesi veren Jean-Do'yu anlatiyor.

Film inanilmaz ir hayalgucu urunu, goruntuler seslerle birlesince bir ruyayi anlatir gibi, ruyayla gerceklik arasindaki bir hali. Julian Schnabel'nin yonettigi bu gercekustu filmi biryerlerden bulup izleyin efemdim, ama sakin bir gunde, aceleye getirmeden.

Wednesday, June 03, 2009

Mara Aranda

Kesfetmekten en cok keyif aldigim, heyecanlandigim sadik dostum muzikle bugunlerde daha da fazla muhabbet etmeye basladim. Kisin buhranindan kurtulup yazla tanisinca, muzigi takip koluma salina salina gezebiliyorum artik, kimi zaman bir gol kenarinda, arabada, evde, ofiste...bugunlerde ciktigim ethnik muzik yolcugunda simdilerde Mara Aranda sokaklarindayim... Dèria albumu gecti elime...

Dèria Katalanya yoresinden bir album. Albumdeki sesler, melodiler, enstrumanlar ve ritimler Aragon zamanlari temasiyla sekillenmis. Dèria guclu ve siirsel ses Mara Aranda'nin Efrén López ile birlikte cikardigi ilk albumu. Dèria, Katalancada bizi motive eden ve harekete geciren bir seye sahip olmak demekmis. Sizi simdi Valencia civarlarina goturuyorum, buyrun efemdim Mara Aranda sizlerle...

Sunday, May 31, 2009

Melina Kana-Mono Kokkino


Yunan muzigine hep biryerlerden asinayizdir. Ben Eleftheria Arvanitaki, Nikos Papazoglou ve Harris Alexio dinleyip, ara ara neselenip sikca huzunlenirim. Son gunlerde ise Melina Kana'nin Mono Kokkino albumunu muzik listemde ust siralara yerlestirdim. Melina Kana bahsettigim meshur Yunan sanatcilarina vokal yapmis onceleri, Rembetika'dan Jazz'a uzanmis, cogu zaman etnik ve geleneksel yunan melodilerine ugramis. Albumu bir kere dinleyince insan, guclu bir kadin vokalin etkileyici nagmeleriyle Ege civarlarina yolculuga cikiyor. Siirsel sarki sozlerini melodiyle birlestiren bu geleneksel yunan muzigi bicimine "Entehno" deniliyormys. Melina Kana'nin diger albumleri:

Mystika Tragoudia-1991
Tis Meras Kai Tis Nyhtas-1992
Aromata Anti Gia Nafthalini-1995
Tis Agapis Yerakaris-1996

Wednesday, May 13, 2009

Jay-Jay Johanson

Bir yagmur bir gunes derken, mayis ayini ortaladik sayilir. Ne olursa olsun, yaza girdik iste, endorfin seviyesini arttirdik vucutta, bundan sonra gelsin D vitaminleri gitsin gunes yaniklari. Arada depresif Portishead'leri isin icine katsak da, muzik corbasi genelde light bugunlerde...butun kis brezilya nagmeleriyle soguk bedenleri isittik da bugunlerde yine Jay-Jay Johanson'a takildik kaldik. En guzeli Jay-Jay Johanson'un bugulu sesinden "believe in us" i dinlemek. "Sen bana inaniyorsun, ben sana inaniyorum, nasil olur da bize inanmazsin..." derken derken ne guzeldir dinlemesi...iskandinav ulkeleri esintisi...soguk, bugulu bir o kadar da karanlik...Seviyoruz efendim blues'u.

Sunday, May 03, 2009

Australian Chamber Orchestra

Kim demis Ames'te sanat, muzik, kultur vs yoktur diye. Koskoca Australian Chamber Orkestrasi gelmis Ames'e, biz de yeni isinan havayla ateslenen ruhumuza iki muzik ziyafeti cektirelim dedik. Esta'nin ertesi gunu biraz da klasik muzik diyarlarinda dolasmak icin arkadaslarla konser yolunu tuttuk. Benim senfoni konserleri maceram lise siralarinda edebiyat ogretmenimizin zoruyla gittigimiz Izmir Senfoni Orkestra'si konserleriyle baslamisti. Pek iyi bir baslangic sayilmazdi, zira bu muzik turunun altyapisindan yoksun, genc ve hareketli bedenlerimize pek sikici gelmisti bu aktivite sicak Izmir gunlerinde. Ama Richard Tognetti yonetimindeki konser gayet canli ve dinamikti. Richard Tognetti'yi biraz arastirdigimda, bir dahi olmasinin yanisira film muzikleri yaptigini da ogrendim. Russell Crowe'in basrolunde oynadigi Master and Commander: The Far Side of the World filminin muzigini Peter Weirs ile bestelemis. Avustralya'nin pek cok universitesinden fahri doktor unvanini alan Togretti, 1999'da Avustralya'nin ulusal yasayan hazinesi de secilmis. Konserde caldigi keman ise 1743 Guarneri del Gesu imis. Iste kendileri hakkinda kisa bir video:

Thursday, April 30, 2009

Insani yagmurlu bir gunun buhranindan en iyi ne cikarir sayin okuyucu? Elbette muzik...en sadik dostumuz, diledigimizde yanimizda olan, diledigimizde bizi yalniz birakan, bizi en iyi anlayan yegane sevgilimiz...bugun aliye ve muslum'le birden karar verip daha once hic dinlemedigimiz bir gurubun konserine gittik. Israilli olduklarini biliyor ancak boylesine etkileyici bir muzik yapacaklarini tahmin etmiyorduk. Grup konsere bir anadolu nagmesiyle baslayinca, bizim memleket hasreti dolu yuregimiz aninda eridi. Esta Israil kokenli musizyenlerden olusan bir etnik muzik grubu, orta amerika turlari kapsaminda kucuk sehrimiz Ames'e de ugramayi ihmal etmemisler. Esta ortadogudaki farkli kulturleri , ezgileri, muzik aletlerini bir araya getirerek butun sinirlari yok etmis sarkilarda. 18 yil yalnizca enstumantal muzik yapan grup, solist, guzel ses, Yarona Harel gruba katilinca biraz daha renklenmis. Dinledigimiz sarkilarda akdeniz, balkan, afrika, asya, celtic be bati ruzgarlari esip durdu...Grubun albumleri:

1990-Esta
1996-Mediterranean Crossroads
2002-Home Made World

Grup hakkinda diger bilgiler ve muzik ornekleri icin http://www.estamusic.com...

Esta'nin ikinci albumundeki Turkish Western parcasi icin : http://estamusic.com/music/TurkishWestern.mp3

Buyrun efendim sizi Esta'nin konser goruntuleriyle basbasa birakayim:

Sunday, April 05, 2009

Iron & Wine

Last fm'de Oren Lavie radyosuna takildim kaldim bir suredir. Nedense hep sevdigim albumler ve gruplarla karsilasiyorum, ya last.fm cok akilli, ya da ben muzik zevki konusunda cok tutarliyim. Karsima cikan turlerin basinda indie folk, folk rock geliyor..ben damien rice, cary brothers, oren lavie, nick drake ve iste elbette Iron & Wine ile pemceremden disari bakip su nisanin ortasinda yagan kari izliyorum. Iron & Wine sarkici-soz yazari Sam Beam'in sahne adiymis, kendisi de bu adi bir markette film cekerken gordugu "Beef Iron & Wine" diyet ilacindan asirip kullanmaya baslamis. Sam Beam Flroida State Universitesi film okulundan masterini aldiktan sonra Miami Universitesi'nde cinematography bolumunde hocalik yapmaya baslamis. Demek ki neymis, hem akademisken olup hem de iyi muzik yapilabiliyormus, ustune bir de bu karli baharda yeterlilige calisan bir baska doktora ogrencisinin kalbi isitilabiliyormus. Ve iste Iron & Wine'in kendi cektigi videclip ile "naked as we came"...

Tuesday, March 24, 2009

Her Morning Elegance / Oren Lavie

Bir "stop motion" hayrani olarak bu video beni kendimden gecirmeye yetti. Israil dogumlu Oren Lavie, Yuval ve Merav Nathan tarafindan cekilen bu stop motion videosunda tavana yerlestirilmis bir kamerayla cekilen 3225 adet fotograf kullanilmis. Video cekiminden once 4 gun anime karakterler kullanilarak bilgisayarda storyboardlar hazirlanmis. Bu uc bucuk dakikalik video icin iki gun cekim yapilmis. Oren'in yatak odasinda cekilen videoda yatakta kullanilan carsaflar ve ortuler Oren'in kendi yatak odasindan alinmis. Dijital teknolojilerin en guzel tarafi yaraticili boylesine zorlayabilmeleri.


Monday, March 23, 2009

Evrim ve "Cakma Bilim"

Evrim tartismalarinin geldigi son nokta Turkiye'nin son 29 yilda gecirdigi degisimi ozetliyor gibi. Uzun yillardir alisik oldugumuz evrim konusundaki sansur, yanlis bilgilendirme ve karalama kampanyasi bilincli olarak yurutuluyordu zaten. Ben salt adim Evrim oldugu icin bir kac ogretmenimin alayina maruz kalmis biri olarak okullardaki vahim durumu biraz urkerek ama genelde sinirlenerek yillardir izliyordum. Son yillarda durumun vahametini arttiran konu ise bu akilli tasarim vs. gibi sozde teorilerin, evrim kuramina karsi bilimsel bir kurammis gibi sunulma calisilmalari, ve daha da ileri gidilerek okullarda fen bilgisi mufredatina alinma cabalari. Isin uzucu tarafi pek cogumuzun bilimin tanimi, pratikleri, felsefesi ve ozellikle etiginden bihaber olmamiz. Mustafa Arslantunali bianet'teki yazisinda bu cabalari "kargo kultu" ya da "cakma bilim" olarak acikliyor. Bilim sorgulamak uzerine kuruludur, fikirler denenir, islemeyenler elenir, bazen yanilir ama kendini duzeltir, bilim evrilir. Inanc ve politika isin icine girdiginde ise "cakma bilim" kendini gosterir. Hatta oyle bir yaygara koparir ki, elbette evrimden bihaber olan insanlar sagda solda duyduklari, okuduklari bu "Karun Kahya" kitaplarini daha inandirici bulurlar. Turkiye'deki bilim adamlari birkaci disinda ne yazik ki bu konuda sessiz kalmakta ve bu sacmaligin yayilmasina dolayli yoldan (istemeyerek) katkida bulunmaktadirlar. Biz belki de Darwin'in 200. yasini en guzel bu pasif direnise bir son vererek kutlayabiliriz.

Mustafa Arslantunali' nin yazisi icin:
http://bianet. org/bianet/ kategori/ biamag/113132/ darwin-sansuru- kargo-kultunun- kultu-ya- da-cakma- bilim

Hoscakal Google

Bir zamanlar Internet bir gaz ve toz bulutuydu ve buyuk patlama gerceklesti, Google arama motoru tozu dumana katarak yeni bir alem yaratti. Ilk zamanlar basit arayuzu, hizi ve veritabani harmanlama ve sunma yontemleriyle kullaniciyi cezbeden alem simdi e-mailden, sosyal aglara, gruplardan, sohbet platformlarina ve dokuman paylasamina kadar pek cok alanda onculuk etmekte. Peki google'un bu basarisi sizce sundugu teknolojilerin fonksiyonlarina mi yoksa bu arayuzlerin nasil tasarlandigina mi bagli? Bugun karsilastigim bir blog mesaji bana su eski fonksiyon mu estetik mi tartismasini yeniden hatirlatti. Google'in ise aldigi ilk grafik tasarimcisi Douglas Bowman'in istifasi gundemi calkalamakta zira. Gectigimiz cumaya kadar Google'in tasarim muduru olan Bowman, sirketin 7 yildan sonra Google'da ise aldigi ilk tasarimci unvanini koruyor. Bu hafta isi birakmasinin nedeni ise sirketin kullanici verisine asiri odakli olan tasarim felsefesi. Blogundaki postuna gore, google kendisinden hangi kalinlikta cizgi kullanmasi gerektigini kanitlamasini istemis. Ayrica google'in 41 cesit mavi tonu icerisinden hangisini kullanmak gerektigini test ettiginden de bahsetmis. Bu elbette bize google'un ne kadar ince is yaptigini ve kullanici odakli tasarima onem verdigini gostermekte. Ancak Brown'a gore bardagi tasiran son damla, kendisinden aldigi butun tasarim kararlarini niceliksel verilerle kanitlamasinin istenmesiymis. Tasarimcilarin estetik tutkulariyla fonksiyon nasil birlesebilir? Estetik, guzellik aciklanabilir ya da kanitlanabilir mi?

Bir suredir mesgul oldugum "insan bilgisayar etkilesimi" alaninda onemli konular bunlar zira. Kimi zaman kullaniciya fazla odaklanip bir seyin kullanilabilirligini artitirken, estetikten odun verebiliyoruz. Kullanici her seyin iyisini bilir mantigiyla belki de yaraticiligi ikinci plana atiyoruz. Ancak kimi zaman da cok guzel seyler kullanilamiyor su meshur limon sikacagi gibi. ancak her ikisinin de bir arada harmanlandigi guzel tasarimlar da mevcut elbette, ornegin i-pod arayuz tasarimi ya da apple'in pek cok urunu. Kullaniciyi istahlandirip, tum duyuyalara hitap eden bir I-phone ornegin gayet fonksiyonel de olabiliyor.

Konuyla ilgili ayrintili bilgi icin Bowman'in bulaguna buradan ulasabilirsiniz.

Saturday, March 21, 2009

Gandhi...ilk notlar

Dun izmelemeye basladigimiz bugun de devamini getirecegimiz Mahatma Gandhi'nin yasamindan bir kesiti anlatan Hindistan'in bagimsizliga kavusma oykusu Gandhi filminden cok etkilenmis olmaliyim ki, film hakkinda goruslerimi yazmadan once Gandhi'nin bir sozunu paylasayim dedim sizinle. Film hakkinda yorumlar icin hatta kalin efem.

once seni yok sayarlar.
sonra sana gulerler.
ardindan savasirlar seninle.
ve sonunda sen kazanirsin

Gandhi

Friday, March 13, 2009

Slumdog Millionaire

Yeterlilik sonrasi akademik islere birkac gunlugune ara verip sinema dunyasina hizli bir dalis yaptim. Once Vicky Cristina Barcelona'yi izleyip Woody Allen'in saheseriyle Barcelona sokaklarinda gezindim. Masallara olan tutkum nedeniyle iyi ya da kotu anlaticisi olan filmleri hep buyuk bir ilgiyle izlemisimdir. Vicky Cristina Barcelona'da da filmin gectigi mekanlara Penelope Cruz'un canlandirdigi nevrotik karakter ve Javier Bardem'in harika goruntusu eklenince ben fazlasiyla buyulendim. Sonrasinda oscar serisinden devam ederek, uzun zamandir izlemek istedigim Slumdog Millionaie'le karsilastim. Filmin oykusunu birkac gun once Kajal'dan dinlemistim. Film bizdeki Kim besyuz milyar ister programinin Hindistan versiyonuna katilan bir kenar mahalle gencinin oykusunu anlatmakta. Ben filmi yuzumde huzunlu bir gulumsemeyle izledim sanirim. Senaryosunu Simon Beaufoy'un yazdigi filmi Transpotting'den hatirlayacagimiz Danny Boyle yonetmis. Slumdog Millionaire arkadaslik, ask, ihanet, yoksulluk ve umut uzerine bir dramatik komedi. Filmde elbette Bollywood ruzgarlari da esmekte ama ondan cok bizim de yakindan taniklik ettigimiz kenar mahalle cocuklarinin yasamlari, yasamda kalma mucadeleleri ve oykuleri carpici bir mizah ve sanatsal goruntulerle bezenmis. Uzun zamandir izledigim en iyi film...A.R. Rahman'in film muzikleri de arsivlerle yerini almasi gerken bir album. Ve size son bir soru:

Kayip bir aski bulmak icin ne gerekir?
A)Para
B)Sans
C)Zeka
D)Kader

Saturday, March 07, 2009

Is guc ve seyehatler...

Iki haftalik Virginia, Philadelphia ve South Carolina is ve gezi seruveninden sonra yine yeniden evimdeyim sevgili okuyucu. Gezmenin en guzel yani eve donme umudu sanirim, eve donus olmasa gezilerin, gezmelerin, yolculuklarin bir anlami kalmiyor. Ilk hafta Virginia Universitesi egitim teknolojileri ve ogretmen egitimi bolumunu ziyaret icin guzel ve tarihi sehir Charlottesville'deydim. Sehir simdiden Amerika'da yasanabilecek en guzel sehirler siralamasinda en uste yerlesmis gorunuyor, ama benim isim belli olmaz yine karar degistirebilirim. Universitenin her yerinde Thomas Jefferson ve 1800 lulerin tarihiyle karsilastim, buyulendim. Universitedeki mimari, bahce tasarimlari ve sehirdeki cafe ve restoran alternatifleri iliman havayla birlesince, Iowa'da uzun sure usumus bunyeme iyi geldi.



Sonrasinda 5 saatlik bir tren yolculugugla Nur'u ziyarete Philadelphia'ya gittim. Uzun zamandir saga sola ya arabayla ya ucakla gidince tren yolculugu fazlasiyla konforlu ve romantik geldi. Philadelphia'da gecirdigim iki gun Pennsylvania universitesinde bir etnografi konferansina da katilmayi ihmal etmeyip, diger tam gunu alisveris ve gezmelerle gecirdik. Araya bir de NBA maci sikistirip 76ers ve Orlando Magic macinda Hidayet Turkoglu'nu izleyiverdik. Bana pek heyecanli gelmese de mac, etrafta fenerbahce bayragi acip Hidayet her basket atisinda Turkiye diye bagiran enteresan turk arkadaslari izlemek keyifliydi.



Philedelphia'da Nur'la hasret giderince, South Carolina'nin guzel Charleston sehrine SITE konferansi icin ucuverdim. Bir haftayi sunum yaparak, sempozyumlara katilarak, istakoz yiyerek ve azicik da okyanus havasi alarak gecirdim. Katildigim en eglenceli konferanslardandi. Bunda konferansin Hawai temasinin ve konferanstaki buyuk Iowa State grubunun etkisi olsa gerek. Evet sayin okuyucu bu iki haftanin ozetini Michigan State universitesi'yle yazdigimiz ortak makaleye aldigimiz odulle kapatiyorum. Yasasin ilim, irfan...

Thursday, February 19, 2009

William Gibson ve Neuromancer

Bugun yine yapmam gereken islerin arasinda bogulmaktan kendimi biraz baska okumalara vererek kurtuldum (sayilir). Doktora yapmanin en sikici yani, bilimsel makale yazma ve okuma seyleri disinda baska edebi zevklere vakit ayirdiginda, insanin kendisini suclu hissetmesi. Isin tuhafi bu sucluluk duygusu tv izlerken ya da internette dolanirken ortaya cikmazken, insan ruhunu oksayan, zenginlestiren ve buyuten eserleri okurken ortaya cikiyor. Sanirim doktora insanin entellektuel gelisimini belli alanlarda kisitliyor...Ben bundan elimden geldigince kacmak istesem de, arada sagdan soldan yakalaniyorum iste. Ama yeni bir kitaba basladim sayin okuyucu, William Gibson' un Neuromancer'i. Pek Science Fiction fani olmasam da, uzun zamandir hasir nesir oldugum bu teknoloji dunyasinda, William Baba'yi henuz okumamanin suclulugu vardi elbette bunyede. Gibson'in 1984'de yazdigi kitap ilk cyberpunk kitabi olmakla birlikte, daha o zamanlar kimsenin aklina bile getirmedigi "sanal gerceklik", "siberalem" (cyberspace), yapay zeka, genetik muhendisligi gibi gibi konulari okurla tanistirmakta imis...Huzurlu okumalar efem...

Saturday, February 14, 2009

RJD2 - 1976

Beni taniyanlar bilirler, rastlantilarin buyusune kapilip gittigime, rastlantilara gonulden inandigima...Bu konuda beni elestiren bir arkadas, birgun, yasamimizda olan herseyin aslinda gecmisin bir sonucu oldugunu, veridigimiz, veremedigimiz kararlarla bir sekilde o rastlanti diye adlandirdigimiz durumlara aslinda kendi secimlerimiz dogrultusunda geldigimizi gayet felsefik bir bicimde aciklamisti. Bugun last.fm dinliyorken, massive attack radyosuyla hasir nesir olayim dedim. Arka fona aldigim muzikle calismama sessiz sessiz eslik ediyordu. Bir anda cok tanidik ve buyuleyici bir parcayla donakaldim. Rastlanti mi degil mi derken, hemen googlelayip bir de videosunu seyrettim. RJD2'nun 1976 adli parcasi, Istanbul Istanbul diye sesleniyordu, almanca sozleriyle ve klipteki kuba resimleriyle. Klibin grafikleri ve fotograflarin sunusu ayri bir guzellik, beni buyulemeye yetti. RJD2 hakkinda bir iki album dinledikten sonra yazayim diyorum ama o zaman kadar da sizi bu muhtesem kliple basbasa birakiyorum sevgili seyirci...

Monday, February 09, 2009

Katie Melua-Piece by Piece

Son zamanlarda surekli dinledigim album, Katie Melua'nin Piece by Piece adli mustesna eseri. Shy Boy u gunde 10 kere dinlemekten ben bikmadim, arkasina Piece by Piece'i ve Nine Million Biycles'i eklemeyi de. Bir yerlerden bulabiliyorsaniz, jazz ve blues hayraniysaniz, Katie Melua dinlemelisiniz sayin okur...

Katie Melua asil adi Ketevan olan Gurcistan asilli bir muzisyen. Gurcistan'da dogup, sonra Irlanda'ya goc etmis, sonrasinda da Ingiltere'de buyumus kendisi. Katie Melua parcalari enteresan sarki sozleri, gitar ve piyano ritmleriyle birlesince kendisini bu genc yasta sohrete kavusturmuslar. Simdi asagida videosunu paylastigim Shy Boy performansini da butun utangac adamlara adayalim efem...cogu adam goz suzer, yalanlar soyler, reklam yapar, amma ve lakin Katie Melua utangac adam sever...

Monday, February 02, 2009

The Myth of Sysiphus


Uzun yillar masallarla buyuyen, kendini masallarla avutan bir cocuk oldugum icin belki, buyuyunce mitolojiye merak sardim. Kucukken Ilyada'yi elimden dusurmez, yeniden okur, sayfalardaki resimleri hayal ederdim. O siralar Kasabamizdaki Bagbozumu senliklerinde, eski yunan tanricalari gibi giyinir, basima asma yapraklarindan tac takar, anne ve babamin sokaklarda kurulan ficilardan, toprak canaklarla sarap icmelerini hayranlikla seyrederdim. Simdi cocukluk da geride kaldi, Dyanisos senlikleri de...Her ikisi de zayif bellegimin mutlu bloklarina yerlesirverdiler. Ama ben hala mitoloji okumaya devam ediyorum.

Hem Camus hayrani olup hem de "The Myth of Sysiphus" henuz okumamis olmami son birkac yildir pesinde kosturdugum doktoraya baglayabilirim, ya da tembelligime. ama iste Camus atesi yine yakmaya basladi sanirim beni, elime aldim The Myth of Sysiphus'i.

Camus The Myth of Sysiphus'de Sysiphus'u ve cektigi sikintilari yeniden hatirlatir insanogluna...Sysiphus elbette eski yunan tanrilarinin gazabina ugramis zavalli bir olumludur. Olumlulerle sevisen, dalga gecen, acimasizca cezalandiran oyunsever tanrilarin gazabina...Atlas'in sirtinda dunyayi tasittiran, Prometheus'u insanogluna atesi getirdigi icin kayalara baglayip sonsuza kadar cigerini kargalara yedirttiren zalim tanrilar...

Sisyphus da iste bir nedenden dolayi tanrilari kizdirdir ve cezasi agir olur. Sisyphus kocaman bir kayayi Olympos daginin tepesine cikarmaya mahkum olur. Tam tepeye ciktigi an tanrilar kayayi asagiya yuvarlarlar ve zavalli Sisyphus kayayi yine yukari tasir. Umutsuz isgucunden daha agir bir ceza olabilir mi? Ayni noktaya gelecegini bile bile kayayi yine yukari tasiyan Sisyphus mutlu mudur? Sisyphus bu durumun sacmaliginin farkina varan mutlu bir insandir. Bu absurd durumda bos yere umutlanmaktansa, durumun absurdlugunu kabullenen, anlamsizligi yenen bir kahramandir.

Kendi dunyamizda tasidigimiz kayalari dusunursek, umudu birakip hayatin absurdlugunu kabullenmek bizi nasil mutlu eder?

Tuesday, January 27, 2009

Thursday, January 08, 2009

Power of the Gospel

Gun icinde pek cok muzik turu ile hasir nesir olurum. Bu sabah Nur'u birakirken ornegin Queen'in best of albumu esliginde bagira bagira yollarda dolandim. Yollara, yolculuklara en cok yakisan albumlerden biri...Simdi de gun ortasinda Ben Harper'in uzun suredir rafda duran albumunu yeniden cikardim ortaya, Fight for Your Mind. Hareketli ritimler ve harika gitar vuruslariyla dolanirken hulyalarda, bir an daha once pek de dikkat etmedigim Power of the Gospel saheseri ile karsilasiverdim. Loopa pek yatkin olan bunyem, bilmem kacinci kez ayni parcayi dinlemekten yorulmadi. Buyrun efendim biraz da sizi kanatlandirip, havalarda ucuralim.