Monday, December 26, 2005

Çok Üşümek

(4.49 saniyelik Damien Rice-Lisa Hannington düeti ile "Cold Water" dinlenirken okunduğunda bu şiir doz aşımından donduruyor. Vücut ısısı düşüyor, ortamın sıcaklığı bedeni ısıtamıyor, önce eller üşüyor, sonra ayaklar, burnun ucu, kulaklar, soğuk sırtta yayılıyor, tüyler diken diken oluyor. Çok üşüdüm!)


Çok Üşümek

Bir Kalır uzun resimlerde anısı sakallarımızın
Urban içinde Üşüyüp Üşüyüp kaldığımızın

Bir Kalır yanık yağlar yataklarda o oteller
Meydanlar heykeller sizin olmadığınız o her yer

O çok yalınç gerçekli gelip gitmeler

Bir Kalır uzun duvarlar ve onların dipleri
Bir Kalır Yılgın Adamların hep "Evet" dedikleri

Çok üşürdük hep üşürdük üşümekti bütün yaşadığımız
Üşürdü ellerimiz aşkımız sonsuz uzun sakallarımız

Tükenir dağınık diriliği kaşıntımızın bir gün
Bir Kalır uzun kitaplarda anısı çok Üşüdüğümüzün

Turgut Uyar

Friday, December 23, 2005

Feromon

Feromon, yani “pheromone” nedir?

Feromon özetle aynı türden canlıların birbirlerine mesaj iletirken kullandıkları bir kimyasaldır. Uyarı, tad alma, sex feromonları gibi birsürü de çeşidi vardır. Böceklerde kimyasal tarım ilacı yapmakta kullanılır, kendileri bitkilerin üzerine yumurtalarını bırakmasın diye. Memelilerde ve sürüngenlede ise feromonlar vomeronasal organda, yani ağız ve burun bölgesinin arasında bulunan yerde saptanmışlar.
Feromonlar iletişimde kullanılan kokudur basitçe. Örneğin dişi güve erkeğini kilometrelerce uzaktan salgıladığı feromon ile ayartırmış. Kraliçe arılar ise kovandaki arıların çalışmalarını ve üremelerini düzenlemek için feromona başvururmuş.

Gelelim işin can alıcı noktasına, insanlarda bu feromon nasıl işler? Okuyanlar bilirler –Tom Robbins’in Parfümün Dansı adlı güzide eserini. Star Wars da da dişi orionlar vardır ki erkeklerin reddemeyeceği kokular salgılarlar. Feromondan Roald Dahl da Kancık adlı kitabında bahseder, yani feromonun bulunduğu bir parfüm üretme tasarılarından ki erkek ve dişi karşı koyamasın.

İnsanlarda feromonlar salgı bezlerinde üretilirler. Bu bezler ergenlik çağına gelindiğinde aktif olurlar. Bu da çoğu insanın ilk o yaşlarda karşı cinsi neden cekici buldugunu açıklar. Feromonlar ayrıca insanlarda “kimya” uyuşmasına da yardımcı olur, birini ilk gördüğünğz anda tiksindiğiniz ya da kanınızın ısındığı anları bir düşünün. Hepsinin sorumlusu feromondur sevgili feromon tutsakları.

Sırası gelmişken bir feromon çeşidi olan androstenone dan bahsedelim. Androstenone memelilerde bulunan ilk feromonmuş. İlk olarak yüksek oranda erkek domuzun tükrüğünde bulunmuş, çiftleşmek isteyen dişi domuz tarafından koklandığında, dişi domuz erkeğin de çiftleşmek istediğini anlarmış sayesinde. İnsanlarda ise androstenone, sexe davet feromonu olarak bilinirmiş.

Şimdi parfümcüler bu feromonun peşine düşmüşler, sentetik olanlarını da üretmeye çalışmaktalarmış. Feromona ait bir sürü dedikodu dolaşmakta ortalıkta, ben ileteyim, siz inanıp inanmamaya kendiniz karar verin. Feromon yumurtlama doneminde kadınlarda salgılanırmış ki erkekleri cezbetmeleri de en cok bu doneme rastlarmış. İnsanda terde bol miktarda bulunurmuş. Aman ha terliyorum, kirleniyorum, feromonum artıyor, yavrular peşime düşecek diye heyecanlanmayın, güzel kokmakla pis kokmak arasındaki ince sınırı pek aşmayın.

Ben susayım artık feromonlarınız konuşsun, hepinize bol fermonlu günler diliyorum.

Sunday, December 11, 2005

Kafes Kuşları

Sene 5 Kasım 1966. Yaklaşık 40 yıl önce. Fowles günlüğüne İngiliz toplumu ve değişim geçiren kadınları hakkında aşağıdaki yazıyı yazmış. 40 yıl sonra benzer problemleri yaşayan ülkemiz kadınlarının durumunu özetliyor gibi.

"Bütün mutsuz kadınların arkasında hep aynı korku var: Yalnızlık ve kendilerini gereksiz görmeleri. Toplumumuzun hatası şu oldu: Kadınları özgürleştirdi, fakat onlara özgürlüğün teçhizatlarını vermeyi reddetti. Bizimle eşitler, ama onlara sunulan bizim eşitliğimiz, eşitliğin-sosyallik ve kariyer bakımından-erkek tanımı. Bundan karlı çıkanlar eril tipler sadece. Erkekleri taklit edebilenler. Bütün gerçek kadınlara ise şu oldu: Kafes kuşları gibi kendilerini koruyamayacakları bir dünyaya salıverildiler." (Express)

Büyük Ayı ve Küçük Ayı'nın Dramı


Açık bir havada yukarı doğru bakınız, gökyüzüne. 7 yıldızın birleşip bir cezve görüntüsü aldığını göreceksiniz. Tanıştırayım, karşınızda büyük ayı takım yıldızı. Kendileriyle çok küçükken tanışmıştım, durmadan babama “baba hangisi küçük ayı, hangisi büyük ayı?” diye sorardım. Sevgili babam da üşenmeden her seferinde gösterirdi. Artık kendi kendime bulabiliyorum neyse ki. Peki, hiç düşündünüz mü neden büyük ayı ve küçük ayı, ne ilgisi var? Ben lüzumlu işler müdürü olarak bu pek önemli konuyu araştırdım, buyrun siz de hayatınıza renk katın.

Efendim, büyük ayı yani “Ursa Major” ve yakınındaki “Ursa Minor” ın geçmişi çok çok eski çağlara, tanrıların ortalıkta kol gezdiği, zevk ü sefa içinde yaşadığı zamanlara kadar uzanır. İsmini Callisto efsanesinden almıştır. Yunan mitolojisinde Callisto, Lycaon ve kral Arcadia’nın kızıdır ve muhtemelen bir “nymph” dir. Adı Yunancada “en güzel” demek olan “kalliste”den evrilmiştir. Bu en güzel Callisto kızımız Artemis’in izinden giderek bekaret yemini etmiştir. Nedendir bilinmez... Ama ulular ulusu en çapkın Zeus bu bakire kızımıza aşık olmuştur. Bir de utanmadan Apollo kılığında kızımızın karşısına çıkmıştır. Çünkü Apollo güçlü kuvvetli yağız bir delikanlı tanrımızdır. Bu duruma çok sinirlenen kıskanç tanrıça, Zeus'un zevcesi Hera ise intikam almak için güzelim Callisto’muzu bir ayıya çevirir. Pembe dizi kıvamında gelişen öykümüzde elbette ortada Callisto ve Zeus’un zamanında yaptığı bir çocuk da olacaktır. Adı da Arcas’tır bu zavallı yavrunun. Zaten o zamanlar Zeus'tan olma birsürü yarı tanrı çocuk ortalıkta dolanmaktadır. Zeus da "ben tanrıyım heheyt" diyerekten cümle alemin en güzel kadınlarının peşindedir doğal olarak.

Bir gün Arcas ve babası Zeus ava çıkarlar ormana ve neredeyse ayıya çevrilmiş olan Callisto’yu öldürecek olurlar. Ama Zeus son anda yetişir, Arcas yavrumuzu, ve artık muhtemelen bakire olmayan ama ayı olan Callisto teyzemizi gökyüzüne, birini Ursa Major-Büyük Ayı, birini de Ursa Minor-Küçük Ayı olmak üzere yerleştirir. Ben, meğer çocukluğumdan beri gökyüzüne bakarak bir dram izliyormuşum da farkında değilmişim. Gözlerim doldu. Siz de yıldız deyip geçmeyin, ne acılar yaşanmış, ne yuvalar yıkılmış efendim zamanında. Bir sonraki bölümde “ikizler” burcunun yıldızlarının öyküsünü anlatacağım, peşimden ayrılmayın.

Güzel günler.


Saturday, December 10, 2005

John Fowles anısına

Ölümü düşündüğünde insan yakınlarında benzer bir deneyim yaşamamışsa, genelde bir an korkar, sonra hiç ölüm yokmuş gibi yaşamına devam eder. Ölüm korkusu bir şekilde o andan kovulur, gelecek bir ana itilir, yokmuş gibi davranılır. Yaşamın sürebilmesi için gereklidir bu belki de. Sonra bir gün hep yok saydığınız ölüm birden karşınıza çıkar, ölümle mücadeleniz işte o zaman başlar.

Son zamanlarda ya sevdiğim bir müzisyenin ya da yazarın ölüm haberlerini aldım. Jeff buckley’i keşfettiğimde öldüğünü öğrendim. O an dinlediğim sesin sahibi çoktan göçmüştü bu dünyadan, hala yaşıyor gibiydi, duyuyordum, ama yoktu, yokluğa göç etmişti. 8 Aralık John lennon’un ölüm yıldönümüydü. Pek çok kitabını okuduğum John Fowles 14 kasım 2005’te 79 yaşında öldüğünde artık yazamayacaktı. Bu yazıyı Fowles’in anısına yazıyorum. Büyücü, Fransız Teğmenin Kadını, Koleksiyoncu ve Aristo’nun yazarı. Fowles okurken kimi zaman mistik bir yolculuğa çıktım, öykününün geçtiği yerin kokusu ve ritmi ile tüm o düşsel olayların içinde yaşadım. Gerçek ve düş arasında gidip geldim, Fowles’in oyunlarına teslim oldum. Fowles şüphesiz İngiliz edebiyatının en güçlü kalemlerinden. Fowles’in kaleminin gücü salt anlattığı öykülerin sürükleyiciliğinden kaynaklanmaz elbette. Öykülerden yaşamınıza pek çok gönderme yapılır aslında, okurken yaşadıklarınızı, düşüncelerinizi, haleti i ruhiyenizi yeniden gözden geçirirsiniz, Fowles romanlarında göze batan bir diğer özellik yazarın kullandığı “free will” (özgür irade) yöntemidir-Yazar öyküye belli noktalarda müdahale eder, karakterlerin hareketleri ve güdüleri hakkında yorum yapar ve aslında işlerin başka türlü nasıl gelişebileceğini anlatır.

“Fowles her şeyi bilen tanrı-yazar rolünü reddeder; bu tavrı, romanlarına okuru tatmin edecek sonuçlar yazmayı reddetmeyi de içerdiği için bazı okurlarını kızdırmıştır. Oysa, Fowles yarattığı karakterlere kendi sınırları içinde seçme ve davranma özgürlüğü tanımanın yazar sorumluluğunun gereği olduğuna inanır. Bu uygulama Fowles’ın iradesini ve bağımsız düşüncelerini kullanarak topluma uyum göstermeye direnen ve böylece şansın hayatı üzerindeki etkisini sınırlayan “sahici” insan anlayışına koşuttur.” (Koleksiyoncu önsözünden)

Fowles romanlarında bir tanrı değil büyücüdür, büyü yaptığını bile bile ona teslim olursunuz, oyun kurgusunun içine girer, onun hatırlatmalarıyla dışarı çıkarsınız kimi zaman. Gerçek, kurmaca, gizem, gerilim, erotizm...

“Onların dışındaki kimsenin asla haberi olmadı”

John Fowles

Thursday, December 08, 2005

Peter Kuper


Bugün Peter Kuper'la tanıştım. "Göz Adam" adlı illustrasyonunu bir dergide gördükten sonra araştırdım kendilerini. Diğer örneklerini görünce büyülendim. Peter Kuper Amerikalı bir çizgi roman dehası. İllustrasyonlarında kara mizah yapar, demek istediğini kendine özgü tarzıyla çok net anlatır, çoğu zaman uzun uzun düşündürür. Ben kadın-erkek ilişkileri konulu çizimlerine bayıldım. Buyrun birkaç örnek. Peter Kuper'ı ve eserlerini http://www.peterkuper.com/ adresinde ziyaret edebilirsiniz.





Friday, December 02, 2005

Süpermen: Dırdır etme kadın!!!

Bugün Pınar’la mızmızlık ve dırdır arasındaki farklardan konuştuk. Ben de nacizane bloğuma yazayım dedim. Bakınız efendim sözcükler şu anlamlara gelebiliyormuş.

Mızmız: Her şeyde kusur bulan, hiçbir şeyden memnun olmayan, huysuz, yaygaracı, müşkülpesent, kılı kırk yaran.
Dırdır: Bezginlik verecek biçimde söylenen söz, şikayet, halinden şikayet etme, homurdanma, ciyaklamak, yakınmak, vızıldamak, sızlanmak

Göründüğü üzre dırdırda daha çok bir vızıldama bir sızlanma ön plana çıkarken mızmızlıkta memnuniyetsizlik kendini daha çok belli eder. Yani dırdırda bezginlik verecek şekilde vızıldama, söylenme ön plandadır. Aslında bu iki sözcük birbirinin yerine kullanılagelmiştir çoğu kez. Ama bir ortak noktaları vardır ki din, dil, ırk ayrımı gözetmez. Bu iki sözcük de kadınlarla ilişkilendirilmiştir sayın seyirciler. “Dırdır etme kadın!!!” örneğinde olduğu gibi. Peki neden? Buyrun aşağıdaki yazıyla beraber inceleyelim.

----
Bakırköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanesi 13. Psikiyatri Kliniği Şefi ve Başhekim Vekili Doç. Dr. Kemal Sayar, ''dırdırın fark ve takdir edilmek isteyen, günlük ev işleri içinde kaybolmuş, kendisini önemli hissetmeye ihtiyacı olan bir kadının yardım çağrısı olduğunu'' bildirdi.
Sayar, AA muhabirine yaptığı açıklamada, kadınların genellikle dırdır ettiklerini reddettiklerini ifade ederek, ''Çünkü şikayet ettikleri şeylerin gerçeğe dayandığını düşünürler ve bir yandan da erkeğe kimin patron olduğunu hissettirmek isterler'' dedi.
Kadınların bunu yaparken ''sen'' ile başlayan suçlayıcı, üstü kapalı, şifreli cümleler kurduklarını vurgulayan Sayar, şöyle konuştu: ''Bunun karşısında aynı anda tek bir işle uğraşmaya programlı olan, şifreleri çözemeyen ve saldırıya uğradığını düşünen erkek ise uzaktan kumandaya sarılmak, gazetelere boğulmak gibi defans mekanizmaları geliştirir ve kadın giderek daha da yalnızlaşır. İnsan doğasındaki en temel ihtiyaçlardan birisi, kişinin kendisini önemli hissetmesidir. Dırdır, fark ve takdir edilmek isteyen, günlük ev işleri içinde kaybolmuş, kendisini önemli hissetmeye ihtiyacı olan bir kadının yardım çağrısı da olabilir. Kariyer sahibi, iş yerinde başarılı, hedefleri olan ve tatminkar kadınlar daha az dırdır yapar, çünkü bunun için zaman ve enerjileri yoktur.'' Dırdırın aslında bir iletişim sorunu olduğunu belirten Sayar, erkeklerin beyninin daha basit çalıştığını ve satır aralarını okuyamadıklarını söyledi. Sayar, ''Erkeklerle daha net ve öz olmak gerekmektedir. 'Sen' ile başlayan, erkeğin savunma mekanizmalarını harekete geçiren cümleler kurmak yerine, kendisinin nasıl hissettiğini anlatan, dürüst ve net cümleler daha etkili olmakla beraber empati de uyandıracaktır'' dedi.

''SÜPERMEN GİBİ KARAKTERLERE ÖZENİYORLAR''

Kadınların ayrıntılara daha fazla önem verdiğini ve asla unutmadığını kaydeden Sayar, ''Büyük işler yaptıklarında daha fazla puan aldıklarını düşünürler. Fakat kadınlar için verilen hediyelerin büyüklüğü değil sıklığı, duygusal ve kişisel oluşu önemlidir. Her şeyi kendisi dahi farkında bile olmadan bir köşeye not eder. Biriktirir biriktirir, patlama noktasına geldiğinde ise erkek nerede ne hata yaptığını dahi anlayamaz ve anlaşmazlıklar başlar'' diye konuştu. Erkeklerin çocukluktan itibaren özendikleri karakterlerin problemler karşısında ağlayan değil, çözüm üreten Süpermen, Batman, Zorro, Tarzan veya Örümcek Adam gibileri olduğunu ifade eden Sayar, ''Erişkin birer birey olduklarında da aynı şekilde çözüm üretmeye odaklanmışlardır, aksi takdirde kendilerini başarısız, gereksiz, hatalı olarak nitelendirmektedirler. Yani bir kadın tarafından kendilerine akıl verilmesi, aşağılamakla aynı anlama gelmektedir. 'Üzgünüm' kelimesini sarf etmek veya hatalı olduğunu kabul etmek onun için çok zordur'' ifadesini kullandı.

http://www.milliyet.com.tr/2005/02/18/son/sonyas12.html

Thursday, December 01, 2005

Sarcasm

Sözcük incelemek keyifli şey. Kökenini, tarihini ve kullanım alanlarını öğrenerek sözcüğün yaşam alanına girer insan, onun havasını solur. Son günlerde özellikle Pink Floyd’un “Another brick in the wall” adlı güzide eserinde geçen “sarcasm” sözcüğü aklıma takıldı. (-No dark sarcasm in the classroom-) Nedir, ne değildir araştırmak istedim. Dilimizdeki karşılığını merak ettim, sözcüğün “dokunaklı alay” ya da “acı söz” olarak çevrildiğine tanık oldum. Sıfat hali yani “sarcastic” ise “alaycı, ironik, müstehzi ve iğneleyici” olarak çevrilmiş.

Sözcüğün kökeni Latincede “sarcasmus” tan gelir. Sarcasmus daha sonra sarkazein ve sarkasmos olarak evrilmiş. Sarkazein öfkeyle dudakları ısırmak, kökü sark-sarx “bir insanın etinden bir parça kesmek” demekmiş.

Sarcasm nükte ve alayın düşük bir formuymuş aslında. 1983’te yayınlanan Leonard Rossiter’in “The Lowest Form of Wit” eserinde “sarcasm”ın tarihçesi, kuralları ve örnekleri yer almış.

Sarcasm içinde alaycılık barındırır, bir durumu ya da bir şeyi ince alaya almaktır. Sarcasm ve ironi sıkça birbirinin sinonimi olan kullanılan sözcüklerdir. Oysa pek de öyle değilmişler aslında. İronide sözcük anlamı ve verilmek istenen anlam farklı olarak dile getirilmekte oysa sarcasm alaycı bir ifadeye niyet etmektedir. Bu durumda sarcastic olmadan ironik olmak, yine ironik olmadan sarcastic olmak mümkündür.

Sarcasm elektronik ortamlarda yapılırsa yanlış anlamalara çok uygunmuş sayın izleyiciler. Çünkü sarcasm doğasında ses tonunundaki iniş çıkışlarının kendisine verdiği anlamları içerir. Yani sarcastic olurken konuşmamız, ses tonumuz ve mimiklerimiz de işin içine girer. Özellikle internet iletişiminizde sarcastic olmak istiyorsanız sözcüklerde italik, koyu ya da altı çizili özellikleri kullanmanız tavsiye ediliyor. Örneğin –Dehşet güzel olmuş. İngiltere’de televizyon kanallarında İngilizce alt yazı seçeneğinin mevcut olduğunu görünce çok şaşırmıştım. Duyma sorunu olanlar için bu özellik neredeyse bütün programlarda vardı, canlı yayınlarda bile, biraz geç de olsa altyazılar çıkıyordu. Ben de dilimi geliştirme hevesinde olduğum için takip ederdim altyazıları, ki kimi zaman bazı cümlelerin sonunda parantez içinde ünlem işareti olurdu (!), bu da o cümlede ironi ya da sarcasm yapıldığında konulurmuş.

Sarcasm salt konuşmayla değil vücut hareketleriyle de ifade edilir. Örneğin bir maçta David Beckam hakemin aldığı bir karardan sonra kendisini sarcastic sarcastic alkışlamış utanmadan, sonra da bu ayıp hareketinden dolayı kırmızı kart görmüş. Bakınız: http://news.bbc.co.uk/1/hi/magazine/4384734.stm

Sarcasm konusunda uzman olup milletin kolunu bacağını kesmek istiyorsanız “Sarcasm Society” nin verdiği “How to be sarcastic” derslerini almanızı öneririm. Derslere aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.
http://www.sarcasmsociety.com/howtobesarcastic/

Son olarak sarcasm dozunda kullanıldığında keyiflidir diyebilirim. Birinin size "Bravo, ne kadar da zekisin" dediğinde aksini kastetmesini istemezsiniz değil mi? Tomkins'in de belirttiği gibi sarcasm acı biber gibidir. Dozunda attığınızda tad katar, kendini belli eder, ama çok da acı çektirmez. Ama dozunu kaçırdığınızda kırıp döker ortalığı, acıtır, tadı ne içseniz ne yeseniz geçmez. Soda da fayda etmez yoğurt da. Rica ediyorum dark sarcasmdan kaçınalım ve ünlemleri doğru yerlere koyalım. (!)

Tuesday, November 29, 2005

Dut yemiş bülbüle dönmek

Bülbül ya da halk dilinde“Luscinia megarhynchos” dut yer mi? Bülbülün dutla hiç işi olmaz sevgili dostlar, tüm ilişkileri güzel bir tesadüften ibarettir. Çok zeki insanoğlu üzerinde fazla düşünmeden bağlantıyı kuruvermiş hemen, ama yanlış bir hesapla. Bülbül öter, öter de dut yeyince neden susar? Bülbül dut yemez ki. Bulbül yalnızca dut mevsiminde çiftleşme dönemini sona erdirir. Ötmez olur artık, ötmeye ihtiyaç duymaz. Bülbülümüzün bu güzel ötüşü soyunu devam ettirebilme çabasının bir ürünü sadece. Bir çeşit kurlaşma, fingirdeşme hazırlığı, ya da karşı cinsi etkileme diyelim. Bu yüzden öter de öter, hatta gündüz yetinmez gece de öter. Gece az sayıda kuş öttüğü için bülbülün sesi iyice duyulur olur, geceleri karanlık gökyüzünde yayılır, şiirlere, şarkılara konu olur. İngilizce’de “nightingale” dir adı, adındaki “night” gece ötüşünden gelir. Bülbülün bu güzel öteninin cinsi erkektir. Dişisini etkileme çabasında olan erkek kendinden geçer öterken, çirkin dişinin kendisine yüz vermesini bekler. Hayvanlarda daha güzel, daha süslü ve sesi daha güzel olanın erkek olması şaşırtıcı değil midir? Biz, insanoğlunun dişisinin süse olan düşkünlüğünün nedeni nedir öyleyse?

Tuesday, November 15, 2005

Giacomo Girolamo Casanova

"Don Juan mı, Casanova mı" tartışmasının 2. oturumuna hoş geldiniz sayın izleyicilerim. Bugün size Casanova kimdir, necidir, neler yapar anlatacağım. Bu yazıyı bir bardak tylol hot eşliğinde yazıyorum, sürç i lisan edersek af buyrula.

Casanova aslında Giacomo Girolamo Casanova’dır, 1700 lü yıllarda yaşamış bir Venedikli’dir, maceracı ve yazardır. Pek heyecanlı bir hayat geçiren sayın Casanova "Histoire de Ma Vie" adlı otobiyografisini yayınlar, yaşlanana kadar İtalya ve Fransa başta olmak üzere tüm Avrupa’da “hoppa” bir hayat yaşar. Aslında bir yazar, keşiş, avukat, bilim adamı, asker, diplomat ve bir gezgin olan Casanova’nın ismi nasıl olur da bir hovardaya çıkar? Yaşamı boyunca 150 ye yakın kadınla bilikte olduğu söylenmekte, bu bakımdan bile pek çok erkeğin olmak istediği bir ilah konumuna çoktan ulaşmakta Casanova.

Kimi Casanovistler Don Juan ve Marquis de Sade gibi Casanova’nın bir sex avcısı olmadığını, aksine beraber olduğu tüm kadınlara aşık olan bir romantik olduğunu iddaa ederler. Casanova için önemli olan beraberliklerde yaşadığı haz ve mutlulukmuş aslında efendim ve bunu tüm kadınlara da yaşattığı söylentiler arasındadır. Dedikodular der ki Don Juan için mühim olan fetihtir, bir kadını fethettiği an rotayı başka kadına yönlendirir, yeni avların peşine düşer. Casanova ise aşka ve karşılıklı hazlara odaklı yaşar, Don Juan gibi kalpsiz değildir, birlikte olduğu her kadına aşık olur, ama bir suçu vardır bir turlü bununla yetinemez., bir başka deyişle aynı anda pek çok kadını idare eder. Yani Casanova der ki gelin ey canlar hepinize yetecek kadar aşkım sevgim vardır, hepinizi seveyim, değer vereyim. Oysa Don Juan avını sinsice takip eden, onu zayıf anında köşeye sıkıştıran soora afiyetle yiyen ve yeni avların peşine düşen bir avcıdır. Bana kalırsa her ikisine de Freud’la yaklaşıp bu doğalarındaki doyumsuzluğu iyice bir araştırmak gerekir ama bulaşmayayım diyorum. Ben tüm tarafsızlığımla kendilerini tanıttım efendim, yorum sizin.

Monday, November 14, 2005

Don Juan

Efendim bu çok faydalı, "lüzumlu" bloğumuzda "canım arkadaşım Burcu" henüz andığı için Don Juan'a yer vermek gerekir diye düşündüm. Kendisi nice erkek bireylerin örnek aldığı, dimağlarına zenginlik kattığı, ve genç dişilerin bünyelerine zarar verdiği gerekçesiyle edebiyatta çok anılır olmuş, en sonunda da bizim nacizane bloğumuzda küçük bir yer edinmiştir.

Don Juan doğulur mu, olunur mu tartışmasına geçmeden önce kendisini biraz tanıyalım dilerseniz. Don Juan tam anlamıyla bir "libertine" dir. Bir başka deyişle "ahlaksız, sefih, hovarda, çapkın ve sefehat düşkünü" dür. Don Juan adı kimi zaman "seducer" yani "iğfal edici, ayartıcı" sözcükleri yerine de kullanılagelmiştir.

Don Juan'un kahramanı kimlerine göre 17. yüzyılda yaşamış olan Don Juan Tenorio adında İspanyol bir asilzadedir. Efsanelere göre Don Juan asil bir ailenin genç bir kızını ayartmış, sonra da kızın babasını öldürmüştür. Daha sonra bu zavallı beyamcanın mezarına gelerek kendisinin heykeliyle konuşmuş, utanmadan bir de akşam yemeğine davet etmiştir, heykel amca da kabul etmiştir. Babanın hayaleti akşam yemeğine gelmiş, Don Juan'ın elini sıkmış ve kendisini kollarından çekerek cehennemin ateşli yollarına sürüklemiştir. Don Juan'ın bu dramatik ölümü "pek ahlakçı kimseler tarafından" "Allah'tan belasını" buldu şeklinde de yorumlanabilir.

Don Juan bir efsanedir, ve efsane yazarları için "sıkı" bir malzemedir. Kimilerine göre Don Juan basit, şehvet düşkünü bir hovarda, önüne gelen her kadınla birlikte olan zalim bir baştan çıkarıcıdır. Kimilerine göre ise ayarttığı her kadını gerçekten seven, onların içindeki gerçek güzelliği ve değerleri ortaya çıkaran bir romantiktir. Biz ikincisi olmasını yeğleriz tabi, ama kendilerinin bu her çiçekten bal alma hadisesini onaylar mıyız bilemiyorum. Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diyerek Don Juan'a rastlayan dişi bireylere bol sabır, kendilerine de bol güç bol kudret diliyoruz efendim. Zira her kadınla teker teker uğraşmak, içlerindeki güzelliği dışarı çıkarma işi üstün bir güç gerektirir, sonunda da bu çabaya değer mi değmez mi tartışılır.

Burcu'dan

Bütün bu erkekler demek ki Don Juan Evrim...

Portishead

Bir trip-hop dehasıdır Portishead, öldürmez ama süründürür. Zamanın birinde bir Portishead albumü geçer elinize, “Dummy” cd'de durduğu gibi durmaz, günler geceler boyu dinlersiniz, ağlatmaz ama düğümlerden en karışığını yutağınıza yerleştirir, yutkunmak çare etmez. Zira bir kaç ay siz Strangers dinledikçe, “can anybody see the light” diye haykırdıkça Beth Gibbons, ya da Sour Times’ta “nobody loves meeee” diye ağladıkça ışıktan çoktan uzaklaşmışsınızdır.

Portishead yine Bristol’dan çıkmış, oranın puslu, karanlık havasını solumuş bir trip-hop grubudur hatta gurusudur. Portishead ve diğer trip-hop grupları aslında bu “trip-hop” sözcüğünü pek de sevmezler, medyanın kendi müziklerini kategorize etmek için uydurduğu bir sözcük derler trip-hop için, onlara göre yaptıkları müzik kategorize edilemez.

Portishead'ın solisti Beth Gibbons'ın isli, puslu, sisli, karanlık, gri, öfkeli, sessiz, derin sesinden her biri ayrı etkileyici Dummy parçalarını dinleyiniz, aklınıza zarar veriniz.

http://www.youtube.com/watch?v=MPJJSCFdVd0

Thursday, November 10, 2005

Kaffeehaus


İstiklal Caddesi'nde dümdüz yürüyünüz, Galatasaray Lisesi'ni geçiniz, az kaldı, tünele vardınız, sağda, köşede tünelin tam karşısında bir kafe göreceksiniz. Kaffeehaus ilginç bir mekandır, huzurludur, sakindir ama bir o kadar da canlıdır. Yüksek tavanı, duvardaki aynaları, kedisi, hoş sohbet garsonları, lezzetli yemekleri, tatlıları ve kahveleri...bir gün tek başıma sıkılmadan cam kenarındaki masada 6 saat oturduğumu bilirim, okuyarak, içerek, etrafı seyrederek. Tam anlamıyla İstanbul'da kurtarılmış bir bölgedir Kaffeehaus.

http://www.kaffeehaus-istanbul.com/ sayfasında yazılanlara göre 1683 yılında Türkler Viyena'ya kahveyi götürmüşler sonrasında Kaffeehauslar açılmış, ve bir dönem çok pupüler olmuş. Ama sonraları bir bir kapanmışlar. 90'larda eski popülaritesini tekrar kazanmışlar ve 2000 yılında İstanbul'da Kaffeehaus açılmış. Kaffeehaus'ların ortak özellikleri lezzetli kahveleri, geniş dergi ve gazete seçkisi ve saatler geçirebileceğiniz rahat mekanları. Tüm bunlar için Viyena'ya gitmeye gerek yok tabi, adres: Kaffeehaus, Tünel Meydanı-Beyoğlu, İstanbul / Turkey

Air ve Trance

Bir çay bardağı trip hop iki çay kaşığı elecktronica yı alıp bir mixere atıyoruz, bunları iyice karıştırdıktan sonra üstüne biraz jazz notaları serpiştiriyoruz, air dinlenmeye hazırdır efendim. Aslen fransız olan grubun ilk albumu Moon Safari'yi daha sonra The Virgin Suicides, 10 000Hz Legend ve Talkie Walkie izlemiş. Ben Moon Safariyle bir süre yatıp kalktıktan sonra bir kliplerini izleyip hipnotize olmuştum, itiraf ediyorum ben bu gruba taptım.

Bu noktada İngilizce'de "trance" denilen, Türkçe'ye "dalınç, esrime, vecit hali, istiğrak; kendinden geçme; ruhun yücelmesi; f. vecit haline koymak; teshir etmek, büyülemek. ,trans." olarak çevirilebilecek sözcükten bahsetmek isterim sevgili dostlarım. Zira Air demek trance demek, trance demek Air demek anladım, yüksek dozda tavsiye edilir.

Cat Power

Tori Amos, Laura Veirs, Ani Difranco, Fiona Apple derken Cat Power'la karşılaştım bugün. Yener sağolsun çok uğraşıyor depresyona gireyim diye ki bunun son noktası beni Cat Power'la tanıştırması oldu. Yine de kendisine teşekkürü bir borç bilirim, böylesine derinden, usulca, yavaşça kulaklarımdan tüm bedenime yayılan bir sesle tanıştım sayesinde.

Asıl adı Chan Marchall olan bu müstesta kişiliğin yaptığı müziğe minimalist ve pastoral diyorlar. Ben bu sabah Moon Pix (1998) albümünü dinledim, Laura Veirs'e (Carbon Glacier) benzettim biraz müziğini, dinledikçe ağır ağır sizi puslu havasıyla sarıp sarmalayan sözleriyle yaralayan bir tonda söylüyor şarkılarını, dinlemesem diyorsunuz olmuyor, dinlemeye devam etsem diyorsunuz, işleriniz yarım kalıyor.

"Say" i dinlerken üşüdüm, yağmur yağıyor sandım, zaten gök de gürlüyordu, bir de şarkıda aşağıdaki sözler fısıldanıyordu.

"learn to say the same thing
let us hold fast to saying the same thing
never give up no never give up
if you're looking for something easy
you might as well give it up"

Wednesday, November 09, 2005

Adrenalin ve rafting

Adrenalin: "Böbreküstü bezlerinin iç kısımları tarafından salgılanan bir hormondur. Doğada bu hormonun görevi organizmayı acil harekete hazırlamaktır. Etkisini, nabzın atışı, kanın iç organlar ve deriden kaslara sevkedilmesi, karaciğerdeki glikojenin glikoza değişmesi ve böylelikle acil bir enerji kaynağı sağlanması şeklinde gösterir. " (Kaynak: Birikim ansiklopedisi)

Peki bu adrenalin denen pek mühim hormon en çok ne zaman salgılanır. Ben yaşamında en çok rafting yaparken salgıladım diyebilirim, gerçi bottan düştüğümde, kayalara doğru sürüklenirken, film şeritleri gözlerimin önünde uçuşurken küfretmiş de olabilirim adrenaline ama olsun sonra geçti bitti. Efedim bu rafting nası bir spordur ki insan onca tehlikenin içine atılır, bu nasıl bir adrenalindir ki insan sürekli salgılamak ister. Buyrun hep beraber aydınlanalım.

Rafting, "raft" eylemi ile ing takısının bir araya gelmesiyle oluşan heyecanlı bir kelimedir. Raft bildiğimiz bottur, rafting de bu botla nehir üzerinde gezinerek yapılan bir tür doğa sporudur. Rafting aslında gerekli önlemler ve korumalar alındığında gayet güvenli bir spordur, bu yüzden işi bilenlerle ve ciddiye alanlarla yapılması tavsiye edilir. Biz mesela bu işin üstadı sayın çok milli sporcumuz, atletimiz, ormanların kıraliçesi güler hatun ve dadaşları ile Dalaman çayında sevgili ecoraft ekibiyle rafting yapmıştık. Adrenalin, serotonin bilumum hormonları salgılamıştık efem. Şiddetle tavsiye edilir.

Tuesday, November 08, 2005

Hans Christian Andersen

Danimarka'nın bu yılı Hans Christian Andersen yılı ilan etmesini ve her köşe başına bir Andersen heykeli dikmesini, Andersen'ın Kopenhag'ta gezdiği yerlere ayak izlerini yapıştırmasını, Andersen müzelerini, masallarını, yaşam öyküsünü şaşkınlıkla izledim bu yaz. Bir yazarda bir şairde özellikle bir masalcıda ne vardı bu kadar abartılacak, Türkiye'de kendilerine pek de öenm verilmediği düşünülürse... Serzenişi bir kenara bırakıp Andersen'den bahsedelim biraz.

Andersen yoksul, tek odada yaşayan bir ailede dünyaya gelmiş babası ayakkabıcı olan çirkin mi çirkin bir çocukmuş önceleri. Çirkin ördek yavurusunu kendi çirkinliğinden esinlenerek yazdığı söylenir. Bu çirkinlik konusunda Danimarka halkını kesinlikle temsil etmediğini söyleyebilirim. Babası öldüğünde henüz bir çocuk olan Andersen ailesini geçindirebilmek için çeşitli işlerde çalışır, daha sonra Kopenhag'a gelerek muhteşem sesiyle Royal Danish Theatre'a girer. Bir talihsizlik sonucu sesini kaybeder ve bir arkadaşının tavsiyesiyle şiire merak salar. Daha sonra çeşitli eğitim kurumlarında ders alan yazar masallarına sinen o karanlık havayı oluşturacak depresif günler geçirir. Andersen farklıdır, çirkindir, diğerlerinden yaşlıdır ve hepsinden öte feminen bir görünüme sahiptir. Andersen'in cinsel yaşamının derinliklerine dalmayalım, ki pek çoğu özellikle bu konuda kalıp öteye geçememiştir. Ama kısaca yazarın cinsel münasebet konusunda çekinceleri olduğu hatta buna kesinlikle karşı çıktığı söylenir. Andersen masallarının binbir gece masallarından da etkilendiği rivayetlar arasındadır. Peki Andersen masalları çocuklar için midir? Okurken korkutan, iç sızlatan, karanlık, acımasız masallar çocukların dünyasına ait midir? Şüphesiz Andersen'in eserlerini salt çocuk edebiyatı içinde değerlendirmek yanlıştır, ki kendisi de kategorize edilmek istenmemiştir.

Çirkin ördek yavrusunda diğerlerine benzemediği çirkin denilen, aşağılanan bir ördekle kaşılaşırız. Kibritçi kızında bir yılbaşı gecesi kibrit satmaya çalışan, kibritlerini bir bir yakıp ısınmaya çalışan ama sonunda donarak ölen küçük bir kız kahramanımızdır. Küçük deniz kızında platonik bir aşkla prense vurulan, ama konuşamayan sonunda da bir baloncuk olup gökyüzüne uçan deniz kızına üzülürüz. Korkunun, üzüntünün, yoksulluğun, çaresizliğin ve ölümün de yaşamınb ir parçası olduğunu sevgili Andersen biz daha çocukken öğretmiştir bize. Gökten de elma yerine bir kaç gözyaşı düşmüştür.

trip hop

Portishead, Massive Attack, Sneaker Pimps ve Morcheeba dinleyiniz, ortak sesleri not ediniz. İçine biraz Tricky biraz da Dj Shadow ekledikten sonra afiyetle dinleyiniz. Trip hop'un doğum yerine, İngiltere'ye gitmiş kadar olursunuz.

Trip-hop sözcüğü bu dünya dışı yani "out-of-this-world" a gönderme yapar. Seslerin tüm güçleriyle algılara saldırması, bir kendinden geçiş, dünyadan kopuş. 90'lı yıllarda tüm dünyayı istila eden hip-hop çılgınlığına bir alternatif arayışıdır İngiltere'de. Bristol'lü genç arkadaşlarımız hip-hop u değiştirerek, Bristol'un ağır puslu karanlık havası içinde yoğurarak trip-hop'ı doğururlar. Bristol trip-hop'unda yavaş ve ağır davul vuruşları baskındır. Sound'unda acid jazz ezgileri de görülür. Massive Attack'in ilk albümü "blue lines" Bristol trip-hop hareketinin mantifestosu olarak bilinir. Sonraları Portishead çıkar meydana, solisti Beth Gibbons'un puslu ve "sullen" (öfke dolu ve sessiz) sesi trip-hop'ta yeni bir dalga başlatır.

Trip-hop'un üzgünken, kızkınken ve bilhassa depresif hallerde dinlenilmesi önerilmez, müzik algı kapılarını açar, davul atardamarlarınıza kan pompalar, içinizdeki şeytan dürtülür, yine de üşenip sadece daha da bunalırsınız, işin kötüsü bunalmaktan zevk alırsınız, bu ruh haline alışırsınız , uyuşursunuz. Uyarmadı demeyin.

Yazgı

Hep denedin
Hep yenildin
Olsun
Gene dene
Gene yenil
Daha iyi yenil

S. Beckett

Statüko bias

Statüko bias hep hayatınızdadır ama bilmezsiniz efendim. Bir karabasan gibi uykularınızda üstünüze çöker, gizli gizli takip eder sizi, ve son anda öldürücü darbesini vurur, dondurucu ağlarını üzerinize salar, tuzağa düşersiniz, hareket edemezsiniz, olduğunuz yerde kalıverirsiniz. İşte bu statüko bias denilen, pek de Türkçe olmayan terim aslen "status quo bias" tır ve zavallı insanoğlunun bulunduğu durumda yani statüsünde kalmak için şiddetli bir eğilimi olması anlamına gelir. Bir başka deyişle reforma karşı dirençtir (resistance to reform). Başka başka bir deyişle de insanlar aynı durumda kalmaya eğilimlidirler ve bundan hoşlanırlar. Bakınız Samuelson ve Zeckhauser amcalarımız yaşamda aldığımız kararların pek çok mevcut durum alternatifleri vardır derler. Yani hiç birşey yapmamak, var olan-süregelen durumu ya da önceki kararın devamlılığını sağlamak gibi. Bir dizi karar alma deneyleri göstermektedir ki bireyler fazladan haketmediği puan vererek mevcut duruma saplanıp kalırlar. Ne fena birşey değil mi?

Aman siz siz olun mevcut durumunuzu kayırmayın, nesnel bir şekilde değerlendirin, tembellik yapmayın, gerekiyorsa risk alın.

Susamlı cevizli şekerleme

Efendim kitap ve film tariflerinden sıkılanların midelerine hizmet etmek için yemek tarifi de yayınlamaya karar verdim müstesna blogumda. İlk tarifimiz elbette bir şekerleme, bol kalorili, şişmanlatıcı ama parmak yalatıcı cinsten.

Öncelikle 1 çay bardağı şekeri alıp bir tavada eritiyoruz. Şeker iyice eridikten sonra üzerine 1 bardak kavrulmamış susamı döküyoruz. Daha sonra isteğe göre fıstık ya da ceviz kırıklarını bu karışımın içine döküp hepsini iyice karıştırıyoruz. Ben cevizi öneriyorum, fıstıklısından küçükken çok yedim, cevizlisi daha güzel oluyormuş. Bu noktada karıştırma süresi çok önemli, annem bana fazla karıştırma kızım dediği halde ben 5 dakika karıştırdım asilik ettim, siz bunu 1 dakika yapın. Daha sonra tüm bu karışımı bir tabaga serdiğimiz alimünyum folyonun üstüne yayıyoruz, ince bir tabaka halinde. Üzerine folyonun geri kalan kısmını kapatıp bastırıyoruz ki şekerleme ve cevizler iyice yapışsın birbirine. Sonra elbette soğumaya bırakıyoruz. Efendim şekerlemeniz hazır, alınız kıtır kıtır yiyiniz, yedikçe şişmanlayınız, dişlerinizi çürütünüz, şeker seviyesini arttırınız. Aman efendim hikaye bunlar möhim olan serotonin değil mi hem cevizde bol miktarda var, buyrunuz salgılayınız.

Monday, November 07, 2005

Ölmeye Yatmak

Adalet Ağaoğlu'nun Dar Zamanlar üçlemesinin ilk kitabı, "Ölmeye Yatmak".

Aysel ölmeye yatar, tüm yaşadıklarıyla, cumhuriyetin kuruluşuyla, modernleşmeye, "avrupalı"laşmaya çalışan ülkesiyle, insanlarıyla, çağdaş, hür olmaya çalışan kadınlığıyla. Bir ulusun değişmesi, ayağa kalkması, dimdik yürümesi kolay mıdır? Yürümek hangi sancılı süreçlerin, eylemlerin sonucudur? 30'ların yeni yeni ayağa kalkan Türkiye'si 50'lere kadar neler yaşamıştır, yeteri kadar yürüyebilmiş midir, yürürken Aysel, Ali, Aydın ve diğerlerini nerelere savurmuştur?

Tüm bu sorular bir gece bir kız "okumaya yattığında" sorulmuştur. Üçlemenin devamında (bakınız: Bir Düğün Gecesi ve Hayır) okumaya yatma eylemi devam edecektir.

Wednesday, November 02, 2005

Eternal Sunshine of the Spotless Mind

J-Bekle
C-Ne var?
J-Bilmiyorum
C-Ne istiyorsun Joel?
J-Sadece biraz beklemeni istiyorum
C-Tamam
J-Gerçekten mi?
C-Ben bir kavram değilim Joel, sadece huzur arayan bir kızım, ben mükemmel değilim
J-Sende hoşlanmadığım hiçbirşey göremiyorum
C-Ama göreceksin
J-Göremiyorum
C-Göreceksin, birşeyler bulacaksın, ben de senden sıkılıp kendimi kapana kısılmış hissedeceğim. Çünkü bana hep böyle olur.

David Lodge-Terapi


Modern zamanda yaşayan her şeye sahip bireylerin mutluluktan gittikçe uzaklaştıklarını ele alan bir kitap. 5 yıldır bir sitcom'un senaryo yazarlığını yapan Tubby milyonlarca dolar kazanmıştır bu işten, çok parası, mutlu bir evliliği (?) güzel bir evi ve hala insanların güldüğü bir sitcomu vardır. Bir gün dizine korkunç bir sancı girer, sancının şiddetinden kurtulamaz bir türlü, ameliyat olur ama yine de dizindeki sancıyı geçiremez. Bu ağrı yüzünden sporu bırakır ve eşinden uzaklaşır git gide. Haftada 3 gün terapiye gitmeye başlar, psikoterapi, akupuntur ve aromaterapi... Yine de bir türlü kurtulamaz içine düştüğü mutsuzluktan. İyice dibine vurur herşeyin, ve karısı onu terkeder.

Temel olarak her şeye sahip olduğumuzda, aslında farketmesek de pek çok şeyden yoksun kaldığımızı anlatan bir kitap Terapi. Tüm o terapi seansları bu sistemin uydurduğu bir masal aslında. Bizi kendi soktuğu çukurda idare etmemizi sağlayacak kadar tutan terapiler... Biz de bu masalın içinde bize verilen rolleri oynuyor gibiyiz, depresyona girmek, mutlu olmak, ya da birine kızmak da bu rollerden bir kaçı. Birileri düğmeye bastığında mutlu olmamız gerektiğini, sitcomlarda olduğu gibi gülmemiz gerektiğini farkediyoruz, artık kendi kendimize gülemiyoruz bile.

Tüm bu mutsuzluğun içinde yavaş yavaş hayatında herşeyi kaybederken Tubby birden eski aşkının peşine düşer, İngiltere'den İspanya'ya doğru bir hacda olduğunu, yürüyerek tüm o yolu katedeceğini öğrenir ve onun peşinden geçtiği yolardan izini sürmeye başlar. Eskiden üzdüğü, kırdığı çocukluk aşkının peşinden gider. İnsan 40 yıl geçtikten sonra üzerinden, çocukluk aşkını neden arar? Daha anlamsız, kin dolu, nefret dolu anlar girmediği için belki de çocukluğuna, çocukluk her zaman mutlulukla anılır nedense, ve aşkları da.

Tubby onu bulur, bir elinde asa, seyyah gibi yürürken bulur tozlu bir yolda. Kanserden bir göğsü alınmış da olsa, yaşlanmış da olsa onu hala sevdiğini farkeder, ve o an o yolculukta yaşamındaki tüm mutsuzluktan sıyrıldığını farkeder, diz ağrısı da geçmiştir artık, ve mutludur.

Mutluluk insanların büyüttüğü gibi ulaşılmaz, uğrunda savaşılan bir şey değildir aslında, farketmeden mutlu olur insan, yaşamındaki koşullar mutluluğa yönlendirir insanı.

deliliğe övgü

delilik ve akıllılık sınırında yol alırken, ne tarafa adım atacağınıza karar veremediğiniz anlar oldu mu? aslında hepimiz bu dünyayı anlama çabasında olan deliler değil miyiz? delilikten uzaklaşmak için tüm çabamız, uzaklaşmaya çalıştıkça deliriyoruz. deliliğimizi kabul etsek, akıllı olmak için bunca çaba sarfetmesek delirerek güzel ve mutlu günler geçirebiliriz sanki...deli olmak özgürlüktür, dilediğiniz herşeyi yapıp deliliğin anlaşılmaz dünyasına sığınabilirsiniz. akıllılar dünyasına uymayan, ayıplanan herhangi bir hareketinizi delilik maskesinin ardına saklayabilirsiniz. akıllı insanlar sizi hoşgörürler, aslında hoşgörüden öte sizden korkarlar, deliliğinizi kabul ederek, bir daha bunun bahsini açmayarak size bulaşmamaya çalışırlar. çünkü bir akıllı için en büyük tehlike deliliğin meşru ve kabul edilebilir bir şey olmasıdır. bu yüzden bunca akıl hastanesi açılır, deliler içeri kapatılır, iyileştirilmeye çalışılır. siz bir deli olarak onlardan farklısınızdır, tüm farklı olanlar gibi onlara benzemek, aynılıklar dünyasında yerinizi almak zorundasınızdır.

Ursula L Guin

biz gerçekler içinde yaşarken, gerçekleri gördüğümüz koklayabildiğimiz ve duyduğumuz şeylerde anlamaya çalışırken, ursula l. guin farklı bir bakış açısı getiriyor edebiyata. diğer bilim kurgu yazarları gibi makinalarla, robotlarla değil insanlarla ilgileniyor. aslında ütopik bir dünyada geçse de olaylar, temel insan nitelikleri aynı. bize ise geriye ursula'nın yarattığı, kurduğu bambaşka dünyada yaşamak düşüyor. önceleri zor gelebilir, bu dünyaya alışamayabiliriz, şimdiye kadar yaşadıklarımızdan okuduklarımızdan farklı gelebilir. çoktan bir kenara bıraktığımız hayal gücü şapkamızı bıraktığımız tozlu yerden alıp tekrar takmak zorunda kalabiliriz. mülksüzlerde olduğu gibi iki gezegen arasında gezinebilir, üçlemedeki adalar diyarında isimlerimizi arıyor olabiliriz. ursula l guin bizi çok dolaştırmadan, kandırmadan öykülerin içine çekiyor. karmaşık cümleler ya da anlaşılmaz olay kurgularını bir kenara bırakıp sade, derli toplu dünyalar sunuyor önümüze. ben ursula l. guin ile birlikte fantazi edebiyatını sevdim, çocukluğumdan beri durmadan okuduğum masalları hatırlattı bana belki de.

jacqueline roque


picasso'nun hayatına giren sayısız kadından biri, son ilham perisi.jacqueline roque, picasso'nun ölümüne kadar ressama kendini adar, son yirmi yılında picasso'nun pek çok tablosunda yer alır.kimilerine göre Paris'te bulunan Picasso Müzesi Jacqueline'nin çabaları ile kurulmuştur. Picasso'nun anısına kurulan bu müzeden sonra jacqueline'nin yaşaması için bir amaç kalmamış, kendisini vurarak intihar etmiştir.

Nabokov-Lolita


"lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. günahım, ruhum, lo-li-ta; dilin ucu damaktan dişlere doğru üç basamaklı bir yol alır, üçüncüsünde gelir dişlere dayanır. lo-li-ta"

Michel Tournier

"iyi uyudum, çünkü mutsuzluğum da uyudu. hiç kuşkusuz yatağın dibine kıvrılıp yatarak geçirdi geceyi. ondan önce uyandım ve birkaç saniye anlatılmaz mutluluk duydum. sonra mutsuzluğum da uyandı, hemen üzerime atıldı."

Anahtarlar ve Kilitler

Fiona Apple


tidal, when the pawn ve extraordinary machine koleksiyonda bulunması gereken albümlerdir.

Tori Amos


son albümü "the beekeeper" a 20 parça sığdırmış, şu an hangi dünyada yaşadığını tahmin edemediğim üstün insan. dünyadaki herşeyi yaşamış her şeyi bilen bir bilge gibi ama aynı zamanda yeni doğmuş bir bebeğin tüm saflığıyla şarkı söylüyor amos. piyanosuyla sevişirken sanki tüm yaşadıklarımızı anlatıyor, söyleyemediklerimizi dile getiriyor, bir süreliğine kendi dünyasına konuk ediyor bizi.

Damien Rice

irlandalı şarkıcı ve sözyazarı. "o" albümünün çıkışından sonra "the blower's daughter" adlı parçası closer filminin soundtrackinde yer almış aynı anda milyonlarca insanı fethetmiştir. tüm bu şanın şöhretin kendisine zarar verdiğini düşünen rice, herseyi bir kenara bırakıp saklanmış ve bir süre ortalarda görünmemiştir. damien rice hiçbir ticari kaygısı olmayan bir müzisyendir. ne röpörtaj vermek ister dergilere ne de fotoğraf ya da video clip çektirmek. paranın ve şöhretin arkadaşlarıyla arasındaki dengeyi bozduğunu belirten rice ne daha fazla para ne de ün istemiştir yaşamında. rice'ın müziği uzun süre dinlenildiğinde koma etkisi yapar insanda. hareketsiz kalır beden, sözler dondurur (dinleyiniz: cold water), tüm aşklar -biten bitmeyen, acı veren, iyileştiren- bir bir akla gelir. damien rice'a pek çok şarkıda eşlik eden lisa hannigan'ın puslu sesi ile hafiften bir sonbahar rüzgari eser. hem üşür hem de ısınırsınız, bir süreliğine geçmişinizi alıp yanınıza, başka bir gezegene göç edersiniz.

Hazırlanma

"Birgün güçlü bir zamk alırsın, eve gider, kitaplığını boşaltıp kitaplarını üst ste yere dize, sonra, her bir yığındakileri sırayla, teker teker alıp sayfalarını biribirine yapıştırırsın, yine stüste yere dizersin. Ertesi gün-zamk iyice kuruyunca-kitaplarını eski eyrlerine yerleştirirsin. Yine, aynı gün (ikinci, yani), daktilonun tuşlarını birer birer sökersin, bir torbaya doldurur, dışarı çıkar, torbayı sokaktaki çöp kutusuna atarsın. O akşam, bütün kalemlerini çalışma masanın üstüne dizersin, sonr, teker teker alıp, dünden kalan zamkla (büyük bir kutu olmalı) mürekkep haznelerini iyice doldurursun (gerekiyorsa; sökülmüyorlarsa, haznelerde küçük birer delik açabilirsin), yine, masaya dizersin-onların kurumaları iki gün sürer. Bu arada (üçüncü gün), evi iyice tarayarak, bütün kağıtları, defterleri, bloknotları, not kartlarını vb. (ajandalar dahil) toplarsın, çalışma odasında yere üstüste dizersin (farklı büyüklüktekilerle farklı yığınlar oluşturabilirsin). Sonra her birini birer birer alıp, bir makasla (çok keskin olmalı) her bir yaprağı ya da sayfayı ince şeritler halinde (1/4 cm kadar ende) keser, şeritleri masaya dizersin.-Bu iş de iki gününü alır. Dördüncü günün akşamı, gider sokak kapısını içeriden kilitler (evde senden başka kimse yoktur), anahtarı pencereden dışarıatarsın. Sonra, kitalıktan en sevdiğin üç kitabı seçer, alır, çalışma masanın üstüne koyar, iskemleye oturur, gözlüklerni takarsın. Şimdi okuyup yazmaya hazırsın."

Oruç Aruoba-de ki işte